Kapitalizm ile hesaplaşma - The Edukators

30 Eylül 2010 Perşembe

Devamını oku...

Carlos Latuff'dan TMK mağduru çocuklar için karikatür...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Devamını oku...

Halkımın Öğrenmesini Umut Ederdim

9 Haziran 2010 Çarşamba

İsrail, Mahmut el-Mabhooh’u Dubai’de öldürüldüğü zaman, 15 kadar ülkenin gizli servislerinin, İsrailli ölüm timlerine sahte pasaportlar sağlayarak ya da onları hava alanlarının kontrol noktalarından sorunsuz geçirerek İsrail’le işbirliği yaptığı, ifşa edilmiştir. Bu işbirliğine rağmen, cinayetten sonra batı medyası cinayeti örtbas etmek için sahte pasaportlar düzenlendiği ve kendi gizli servislerinin suça ortak olduğu konuları üzerine yoğunlaştı. Suç Araplara karşı işlendi ve alışıla geldiği üzere failleri hesap vermeyecek. Bu ilk değildi ne de son olacak. İşte bu işbirliği 60 yıldır silahsız Filistinli ve Lübnanlı sivilleri öldürmeye, katliam yapmak için İsrail’i cesaretlendirdi. Bugün bölgede istikrarı bozmayı amaçlayan Scud füzeleri hikâyesini uydurarak Netenyahu’nun uyuşmazlığına ve Araplarla barışı tümden reddine destek verdiler. Hikâyenin absürtlüğü ortaya çıkınca, Barak, “ Hizbullah silahlandırılıyor ve bu silahlar bölgenin istikrarını zayıflatıyor” tarzında bir medyatik-politik bir kampanya başlatmak için Washington’da kurmaylarıyla buluştu. Bu defa ve aniden, Dışişleri Bakanı Clinton ve başkan Yardımcısı Feltman, İsrail’in sahip olduğu onca kitle imha silahına ve üstün hava gücüne rağmen bölgenin güvenlik ve istikrarını tehdit etmediğini, sadece Hizbullah’ın bahsedilen silahlarının “bölgelerinin” istikrar ve güvenliğini bozduğunu keşfettiler.

Amerikalı üst düzey yetkililer, medyada yayınlanan ve hiçbir güvenilirliği olmayan suçlamalara dayanarak Suriye ve Lübnan’ı tehdit etmek için harekete geçtiler. Bu olayda Dış İşleri Bakanı, bu hayali eylemi “provakatif, bölgenin istikrarına tehdit olan, ABD ve uluslar arası toplum tarafından kabul edilemez” olarak tanımlamış, silah transferini mümkün olan en güçlü dille suçlamıştır. Açıklamalardaki berraklık verimli bir araç haline gelmiştir.

İsrail, 4. Cenova Konvansiyonunun ve Güvenlik Konseyinin 338. 242. ve 1701. kararları da dâhil olmak üzere, bütün kararlarını ihlal ederek onca silahı ithal ederken bunu görmezden gelen Clinton, Suriye ve Lübnan’ı 1701 numaralı “Lübnan’a gayri resmi yollardan her türlü silah girişini” yasaklayan kararı ihlal etmekle suçladı.

ABD savunma bakanı Robert Gates “İran ve Suriye Hizbullah’ı Scud füzeleriyle silahlandırarak bölgenin istikrarını zayıflattıkları” nakaratını tekrara girişti. İsrail hâlen bütün uluslar arası yasalara ve insan haklarını çiğneyerek, Arap oldukları için, 1.5 milyon Filistinliye karşı havadan, denizden ve karadan ambargo uyguluyor. ABD ve Avrupa, ambargoya maruz kalanlar Araplar olduğu için, sessizliklerini sürdürüyorlar. Ambargonun Araplar tarafından İsraillilere uygulandığını düşünsenize bir! Clinton ve Feltman’ın tavrı ne olurdu.

Halkımın, İsrail kuşatmasını kurmak için, 24 Mayısta Türkiye’den denize açılacak olan Freedom Fleet (özgürlük filosu) organizatörlerinden öğrenmesini umardım. Türkiye, Malezya, İsveç ve Yunanistan’dan örgütler, yiyecek, eğitim ve tıbbi malzeme ve en az 600 insan taşıyan gemililer gönderecekler. Peki, Araplar bu çabaların neresinde? Arap iş adamları Gazzedeki kardeşleri için ne yapıyorlar? Bazı Araplar, insanlarını, onurlarını ve kendi ulusal haklarını terk ettiklerinde, uluslar arası statülerini ve bölgesel rollerini de kaybettiler. Şunu unutmamalılar ki, dayanışmaya inanan Batı, bölünme ve parçalanma temelinde kardeşimi satanlara saygı duymaz. Batı, kendi halkına ihanet edenleri, güvenilmez olarak kabul etmekte haklı. Bu sebeptendir ki, kendini batının dostu olarak düşünenler bir hayalde yaşıyorlar. Batı sadece kendini ve kendi çıkarlarını düşünür. Peki, Araplar neden birbirlerinin dostu olup kendi çıkarlarına sadık olmazlar? Halkımın, saflarını nasıl birleştireceğini, düşmanlarından bile olsa öğrenebilmesini umut ederdim.


Bouthaina Shaaban’ın bu yazısı Counterpunch sitesindeki İngilizcesinden Ozancan Serhan ve Ercan Bayraz tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

İsrail: Bir Nükleer Silah Vadisi

Farklı araştırmalara göre İsrail 75 ila 400 arasında nükleer silah başlığına sahip ve Ortadoğu’da bu tür silahlara sahip tek ülke.Başlangıcı 1950’li yıllara dayanan nükleer programının etrafındaki giz perdesi nedeniyle İsrail’in sahip olduğu nükleer silahların tam sayısı bilinemiyor. İsrail Negev çölündeki Dimona Nükleer tesisini Fransa ve İngiltere’nin yardımlarıyla kurdu. Bu tesis 1965 yılında faaliyetteydi ve askeri alanda kullanılmaya olanak sağlayacak şekilde plütonyum üretimi gerçekleştirebiliyordu. İsrail Devletinin kurucularından olan ve 1948-1963 yılları arası İsrail başbakanlığı görevini yapan David Ben Gurion’a göre nükleer tesisler “tamamen barışçıl amaçlara” amaçlara sahipti. Ama yaşanılanlar bu açıklamayı savunulmaz kılıyordu. O zamandan bu yana bütün İsrailli liderler “nükleer belirsizlik” politikası izlediler: konu bir tabu haline getirildi, nükleer silaha sahip olunduğu asla kabul edilmiyor fakat hiçbir zaman bunun aksi de savunulmadı. Bu belirsizlik politikası 2006 yılı aralık ayında İsrail başbakanı Ehud Olmert’in, Alman televizyon kanalı 424 ile yaptığı bir röportaj sırasında sarf ettiği “İran, tıpkı ABD, Fransa, İsrail ve Rusya gibi, nükleer silaha sahip olmak istiyor” sözleriyle ortadan kalktı. İsrail tarafından tapılan nükleer denemelerin kanıtları da yok. 1979 Eylülünde, Amerika’nın, nükleer patlamaları tespit etmek için tasarladığı Vela uydusu Hint Okyanusunun güneyinde yoğun bir ışık tespit etti. ABD başkanı Carter tarafından görevlendirilen komisyon, önceleri bu ışıklanmanın nükleer bir denemeden kaynaklandığını söylese de daha sonra bunun bir nükleer deneme olduğunu kanıtlayacak ya da yalanlayacak yeteri kanıtın bulunmadığı kanısına vardı. Nelson Mandela hükümetinde Güney Afrika’nın dışişleri bakanlığı yardımcılığı görevini yapmış olan Aziz Pahad, 1997 yılında Haaretz gazetesinden İsrailli gazeteci Yossi Melman ile yaptığı röportaj sırasında, Vela uydusunun tespit ettiği aydınlanmaların, İsrail ve Güney Afrika tarafından yapılan “nükleer denemelerden” kaynaklandığını kabul etti. Pahad’ın anlattıklarına göre “ nükleer meselesi gizliydi ve birçok doküman imha edildi ama yine de iki ülke arasındaki bu ilişkiyi kanıtlayabilecek çok fazla bilgi mevcut”



Sürekli yükselen askeri harcamaları sayesinde ( CİA World Factbook’a göre, Gayrisafi Yurtiçi Hâsıla’nın % 7,3 ü ile dünyada en fazla askeri harcama yapan ülkeler sıralamasında 7. ülke ) İsrail, yer altı sistemlerinden fırlattığı Eriha füzeleriyle nükleer silahlarını karadan 11.000 km den fazla mesafelere fırlatabiliyor, Alman üretimi Dolphin denizaltılarıyla denizden, Amerikan yapımı F-16, F-35 avcı-bombardıman uçaklarıyla havadan, Avrupa, Asya ve Afrika’nın herhangi bir noktasını vurabiliyor. Deneyimli gazeteci Seymur Hersh’e göre, İsrail, bombalarını bir bavula sığabilecek şekilde küçültebilecek kapasiteye bile sahip.



Nükleer Tekel

Bomba gücü alanında İsrail bölgenin en “yüksek nükleer gücü” olmayı hedefliyor. Bu yüzden bölgedeki diğer ülkelerin nükleer kapasitelerini geliştirmelerini, sabotajlar, askeri operasyonlarla ve Mossad tarafından gerçekleştirilen gizli eylemlerle, engellemeye çalışıyor. 1977’de Irak’ın Osirak nükleer santralinin yıkılması veya 2007 yılında Suriye’de, Washington Post gazetesinin iddiasına göre Kuzey Kore ile işbirliği içinde nükleer çalışmalar yapılan, bir tesisin bombalanması İsrail’in bu yöndeki faaliyetlerine verilecek örneklerdendir.



İsrail’in nükleer silahlarını kullanması, 4 olası durum dışında, şimdilik beklenmiyor. Politika bilimcisi Scott Sagan’ın “Düşünülmez planlarken” isimli çalışmasında yazdıklarına göre, İsrail’in 1960’lı yıllarda belirlediği ve ihlal edilmesi halinde nükleer silah kullanacağı “kırmızı çizgileri” şöyle:

1- Arap ülkelerinin, 1949 savaşı öncesi İsrail sınırlarına başarılı bir işgal gerçekleştirmesi.

2- İsrail Hava Kuvvetlerinin yok edilmesi

3- İsrail şehirlerine gerçekleştirilecek genel bir bombardıman veya biyolojik, kimyasal saldırı

4- İsrail’e karşı nükleer silah kullanılması



İlk olarak Ben Gurion’un formüle ettiği bu kırmızı çizgiler 1960’lı yılların ikinci yarısında Levi Eshkol’un iktidara gelmesiyle somutlaşmıştı. Tarihçi Avner Cohen’in iddiasına göre İsrailli yöneticileri atom silahları yapmaya iten, Arap ülkelerinin oluşturacağı bir koalisyonun İsrail’e karşı gerçekleştireceği saldırı tehdidiydi. Bu şekilde İsrail resmi olarak “Şimşon Seçeneği*” olarak adlandırdıkları “son bir hamle” yapabilecekti.



Çevirmen Notu:

* Şimşon, Yahudilerin kutsal saydığı Hâkimler kitabının 13-16. bölümlerinde yaşamı anlatılan bir karakterdir.


Diagonalperiodico sitesindeki İspanyolca orijinalinden
Ercan S. Bayraz tarafından çevirilmiştir...

Devamını oku...

Grzegorz Szumowski / Poland

4 Mayıs 2010 Salı























Grzegorz Szumowski / Poland
1. Uluslararası Fajr Karikatür Yarışması 2010

Devamını oku...

TV - Nekra / Kosova

Devamını oku...

Dikenli Tel - Gürbüz Doğan Ekşioğlu

Devamını oku...

Su - Mahmood Azadnia























Mahmood Azadnia / Iran
1. Uluslararası Su Karikatürleri Yarışması 2010

Devamını oku...

Obama - Angel Boligán Corbo

Devamını oku...

Genel İzleyici - Cihan Demirci


















Cihan Demirci'nin 02 Mayıs 2010 Pazar günü Cumhuriyet'te yayımlanan karikatürü...

Devamını oku...

İşsizler - Cihan Demirci

















Cihan Demirci'nin 30 Nisan 2010 Cuma günü Cumhuriyet'te yayımlanan
1 MAYIS karikatürü...

Devamını oku...

1 Mayıs - Hüseyin Soylu

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Devamını oku...

1 Mayıs - V. I. Lenin

30 Nisan 2010 Cuma











Yoldaş işçiler! 1 Mayıs geliyor, bütün ülkelerin işçilerinin sınıf-bilinçli bir hayata uyanışlarını, insanın insan üzerindeki her türlü zulüm ve baskısına karşı mücadelelerindeki dayanışmalarını, emekçi milyonların açlık, yoksulluk ve aşağılanmadan kurtulmak için yürüttükleri mücadelelerini kutladıkları gün. Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya duruyor: sermayenin dünyasına karşı emeğin dünyası; sömürünün ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası.

Bir yanda bir avuç kan emici zengin... Fabrikalara, iş aletlerine ve makinalarına el koydular; milyonlarca dönüm araziyi ve yığınla parayı kendi özel mülkiyetleri haline getirdiler. Hükümeti ve orduyu kendilerine uşak yaptı, biriktirdikleri servetin sadık bekçi köpeği haline getirdiler.

Diğer yanda, maldan mülkten yoksun milyonlar... İşe kabul edilmek için kalantorlara yalvarmaya zorlanıyorlar. Emekleriyle bütün zenginliği yaratırlar; ama bütün hayatları boyunca bir dilim ekmek için mücadele etmek, çalışmak için sadaka ister gibi dilenmek, bellerini büken işlerde sağlıklarını ve dirençlerini tüketmek zorundadırlar ve köylerdeki harap evlerinde ya da büyük şehirlerdeki bodrum katlarda ya da çatı katlarında açlıktan ölürler.

Ama şimdi maldan mülkten yoksun bu emekçiler kalantorlara ve sömürücülere karşı savaş ilan ettiler. Bütün ülkelerin işçileri emeği ücretli kölelikten, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarmak için savaşıyorlar. Ortak emekle yaratılan zenginliklerden bir avuç zenginin değil bütün çalışanların faydalandığı bir toplumsal sistem için savaşıyorlar. Toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve makineleri bütün emekçilerin ortak mülkiyeti haline getirmek istiyorlar. Toplumun zenginler ve yoksullar diye ikiye ayrılmasına son vermek istiyorlar. Emeğin meyvelerinin yine emekçilerin olmasını ve çalışma yoluyla sağlanan bütün gelişmelerin, insanlığın bütün kazanımlarının çalışan insanları baskı altında tutmanın bir aracı olarak değil, onların yararına kullanılmasını istiyorlar.

Emeğin sermayeye karşı büyük mücadelesi bütün ülkelerin işçileri için büyük fedakarlıklara mal oldu. Daha iyi bir yaşam ve gerçek özgürlük hakları için nehirler dolusu kan döktüler. İşçilerin davası için savaşanlar hükümetlerin tarifsiz zulümlerine maruz kaldılar. Fakat bütün bu zulme rağmen dünya işçilerinin dayanışması büyüyor ve güç kazanıyor. İşçiler sosyalist partilerde giderek daha sıkı bir şekilde birleşiyorlar; bu partilerin destekçileri milyonları buluyor ve kapitalist sömürücü sınıf karşısında nihai zafere doğru sürekli, adım adım ilerliyor.

Rus proletaryası da yeni bir hayata gözlerini açtı. O da bu büyük mücadeleye katıldı. İşçilerimizin köle gibi boyun eğmeye zorlandığı, eli kolu bağlı durumundan hiçbir kurtuluş, acı hayatında iğne ucu kadar ışık görmediği günler geçti. Sosyalizm ona kurtuluş yolunu gösterdi ve yüz binlerce savaşçı bir kılavuz olarak gördükleri kızıl bayrak altında toplandı. Grevler işçilere birlikten gelen güçlerini gösterdi, mücadeleyi öğretti, örgütlü emeğin sermaye için ne kadar dehşet verici olabileceğini gösterdi. İşçiler, kapitalistlerin ve hükümetin ancak işçilerin emeği sayesinde yaşayıp semirebildiğini gördüler. İşçiler birleşik mücadelenin ruhuyla, özgürlüğe ve sosyalizme duydukları özlemle ateşlendiler. İşçiler Çarlık otokrasisisin ne kadar karanlık ve şeytani bir güç olduğunun farkına vardılar. İşçilerin, mücadeleleri için özgürlüğe ihtiyaçları var ama Çarlık hükümeti onların elini ayağını bağlıyor. İşçilerin meclisin özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne, gazete ve kitapların özgür bırakılmasına ihtiyacı var. Ama Çarlık hükümeti örgürlük yolundaki her çabayı kamçıyla, hapisle, süngüyle bastırıyor. “Kahrolsun otokrasi!” çığlığı Rusya’yı boydan boya dolaşıyor, büyük işçi mitinglerinde, sokaklarda giderek daha sık yankılanıyor. Geçen yaz Güney Rusya’da on binlerce işçi, polis zulmünden kurtuluş ve daha iyi bir yaşam yolunda mücadele etmek için ayağa kalktı. Burjuvazi ve hükümet, büyük kentlerin bütün sanayi hayatını bir vuruşta felç eden işçilerin dehşetengiz ordusu karşısında titredi. İşçilerin davası için mücadele eden düzinelerce savaşçı, Çarlığın iç düşmanın üzerine yolladığı birliklerin kurşunları altında düştü.

Fakat yalnızca bu iç düşmanın emeğiyle yaşayan egemen sınıfların ve hükümetin, onu yenilgiye uğratabilecek bir gücü yok. Dünya üzerinde hiçbir kuvvet, gittikçe daha fazla sınıf bilinciyle kuşanarak, daha sıkı birleşerek ve örgütlenerek büyüyen milyonlarca işçiyi alt edemez. İşçilerin göğüslediği her yenilgi saflara yeni savaşçılar taşıyor, daha geniş kitleleri yeni hayata uyandırıyor ve onları yeni mücadelelere hazırlıyor.

Şu anda Rusya’da öyle şeyler yaşanıyor ki işçi kitlelerinin bu uyanışı daha da hızlı ve yaygın olmalı ve biz proletarya saflarını birleştirmek ve onu daha kararlı mücadelelere hazırlamak için alabildiğine çabalamalıyız. Savaş proletaryanın en geri kesimlerinin bile politik konular ve sorunlarla ilgilenmesini sağlıyor. Savaş, otokratik düzenin düpedüz çürmüşlüğünü, polisin ve Rusya’yı yöneten saray çetesinin haydutluğunu her zamankinden açık ve net bir biçimde gösteriyor. Halkımız kendi ülkesinde açlık ve yokluktan ölüyor; ama üzerinde başka ulusların yaşadığı binlerce mil uzaktaki yabancı topraklar uğruna yürütülen yıkıcı ve anlamsız bir savaşa sürülmüş durumdalar. Halkımız politik tutsaklık altında zulüm görüyor; oysa diğer halkları köleleştirmek için yürütülen bir savaşa sürülmüş durumdalar. Halkımız ülkedeki politik düzenin değişmesini talep ediyor; ama dikkatini dünyanın öteki ucunda patlayan silahların ateşine vermesi isteniyor. Ama Çarlık hükümeti, ulusun zenginliklerini ve Pasifik kıyılarında ölüme gönderilen genç insanların hayatını çarçur ettiği bu oyunda haddini aştı. Her savaş halkın üzerinde etki yapar ve kültürlü ve özgür Japonya’ya karşı yürütülen savaş Rusya üzerinde korkunç bir etki bıraktı. Bu etki, polis despotizmi yapısının uyanan proletaryanın darbeleriyle sarsıldığı bir zamanda geldi. Savaş hükümetin bütün zayıf noktalarını gösteriyor. Savaş bütün maskeleri indiriyor. Savaş bütün çürümüşlüğü gözler önüne seriyor. Savaş Çarlık otokrasisinin mantıksızlığını tüm insanlar için açık seçik hale getiriyor ve eski Rusya’nın, insanların oy hakkından mahrum edildiği, yok sayıldığı, sindirildiği Rusya’nın, polis hükümetine hala serflik bağlarıyla bağlı Rusya’nın can çekişmesini herkese gösteriyor.
Eski Rusya ölüyor. Onun yerini alacak yeni bir Rusya geliyor. Çarlık otokrasisini koruyan karanlık güçlerin sonu geliyor. Ancak yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya onlara öldürücü darbeyi indirebilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya, halkın sahte değil, gerçek özgürlüğünü kazanabilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya, halkı haklarını gaspetmek ve burjuvazinin elinde bir araçtan ibaret kılmak için aldatmaya yönelik olarak atılan adımları engelleyebilir.

Yoldaş işçiler! Öyleyse vakti gelen son kavga için iki kat enerjiyle hazırlanalım! Sosyal-Demokrat proleteryanın saflarını daha da sıklaştıralım! Proletaryanın sözü daha uzak meydanlarda yankılansın! İşçilerin talepleri için mücadele her zamankinden daha büyük bir cesaretle sürdürülsün. 1 Mayıs kutlaması davamıza binlerce yeni savaşçı kazansın ve bütün insanların kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün herkesin özgürlüğü için yürütülen büyük mücadeledeki güçlerimizi daha da büyütsün!

Yaşasın sekiz saatlik işgünü!
Yaşasın uluslararası devrimci Sosyal-Demokrasi!
Kahrolsun haydut ve soyguncu Çarlık otokrasisi!


Nisan 1904

[marxists.com’daki İngilizcesinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

Devamını oku...

Benedict XVI - Angel Boligán Corbo

26 Nisan 2010 Pazartesi

Devamını oku...

Irak - Carlos Latuff

















Yeni yönetim altında IRAK ..

Devamını oku...

Evet Düşebiliriz! - Angel Boligán Corbo

Devamını oku...

Erdoğan yine ABD'de... - GIRGIR

21 Nisan 2010 Çarşamba

Devamını oku...

Arjantin'de cuntacı generale 25 yıl hapis cezası












Arjantin’de askeri cunta dönemi dâhilinde Haziran 1982'den Aralık 1983'e kadar devlet başkanlığında bulunmuş olan General Reynaldo Benito Bignone hâkim karşısına çıkıyor. 56 kişinin işkenceyle katledilmesi suçlamasıyla yargılanan 82 yaşındaki Bignone insan hakları ihlallerine yol açan suçlara karıştığı gerekçesiyle 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bignone ile birlikte yargılanan cunta döneminin istihbarat şefi Fernando Ezequiel Verplaetsen ile Santiago Omar Riveros, Eugenio Guanabens Perello, Carlos Alberto Tepedino, Eduardo Alfredo Esposito ve German A. Montenegro adlı eski askeri yetkililer de çeşitli cezalara çarptırıldılar.

Bignone ve diğer askeri yetkililer, askeri cuntanın işkence merkezi olarak nam salmış “Mayıs Kampı”nda gerçekleşen insan hakları ihlallerinin emrini vermekten yargılanıyorlardı. Mayıs Kampı, giren siyasi mahkûmların sadece birkaçının canlı çıkabildiği bir katliam merkezi olarak da biliniyor.

İçlerinden bazılarının Mayıs Kampı’ndan sağ çıkanlar olduğu 130 tanıklı davanın en geç Mayıs 2010 tarihinde tamamlanması bekleniyordu. Her hafta Salı, Çarşamba ve Cuma günleri sanıkların sağlık durumu nedeniyle en fazla 5’er saat sürecek olan duruşmalarda yargılanan Bignone’nin bu davanın sonuçlanmasının ardından Posada Hastanesi’ndeki hemşire ve doktorların ve emrindeki iki askerin kaybolmasına ilişkin iki farklı suçlama nedeniyle başka davalar dâhilinde yargılanması bekleniyor. Bignone ev hapsinde tutuluyordu.

Mahkeme sonrasında askeri cunta döneminde kaybolan ve katledilen yakınlarının fotoğraflarını taşıyan Plaza de Mayo Anneleri’nden Estela de Carlotto, “adalet yavaş da olsa tecelli ediyor” açıklamasında bulundu.

Arjantin’de özellikle 1970’ten 1976 yılındaki ABD destekli faşist askeri darbeye kadar olan süre dâhilinde ülke bir iç savaş ortamına sürüklenmiş, ordu ve kontrgerilla çetelerine karşı devrimciler silahlanarak kendilerini korumaya çalışmışlar, 1976 yılında yapılan ve tüm dünyadakiler gibi emperyalist arka plana sahip askeri darbe sonrasında Arjantin'de kitlesel kayıplar ve katliamlar yaşanmış, diktatörlük 1983’e kadar sürmüştü. Yedi yıl süren faşist cunta yönetimi sırasında resmi rakamlara göre 13bin, gerçekte ise 30binden fazla insan katledilmişti.

İnsan hakları grupları, ayrıca, Arjantin'de "kirli savaş" dönemi sırasında gizli işkence merkezlerinden, yeni doğan yaklaşık 400 bebeğin kaçırıldığını ve asker aileleri ya da yakınları tarafından yasa dışı yollarla evlat edinildiğini tahmin ediyor. Ülkede faşist askeri diktatörlük dönemine yönelik yargılamalar yeni devlet başkanı Christina Fernandez döneminde büyük hız kazandı. [Latinbilgi – S.T]

Devamını oku...

Yağmur Kaçağı - Sesler ve Düşler

2 Nisan 2010 Cuma

Devamını oku...

Kadınlarımız - Nazım Hikmet Ran


Toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.

Nazım Hikmet (Kadınlarımız)


Devamını oku...

Clash of Titans

Devamını oku...

Anti-Kapitalist Reklam

1 Nisan 2010 Perşembe


KapitaListe


Antikapitalist Reklamlar projesi için sinemamızın 3 dev sanatçısı: Müjde Ar, Kadir İnanır ve N.Bilge Ceylan biraradalar

Antikapitalist Reklamlar projesiyle, bir anlamda, tüketim alışkanlıklarımızı sorgulama çağrısında bulunan SANALT, projenin geniş kesimlere de ulaştırılması konusunda sürdürdüğü çabalarının ilk meyvelerini toplamaya başladı. Projeye yollanacak senaryo ve filmlerin değerlendirilmesinde, sinemamızın 3 devini biraraya getirdi. Yıllara güzelliğiyle meydan okumasını bilen Müjde Ar, oyunculuğu kadar yaşamıyla da örnek bir sinemacı Kadir İnanır ve genç kuşağın en önemli yönetmenlerinden olan ve aldığı ödüllerle ülkemizi gururla temsil eden Nuri Bilge Ceylan.

Bu 3 dev sanatçı projeye yollanan filmleri ve senaryoları belirleyecekleri yöntemlerle değerlendirecekler ve sonunda çakilebilir senaryolara ve gösterime değer filmlere karar verecekler. Projenin senaryo kısmında değerlendirmeyi geçen belli sayıdaki senaryonun filme dönüştürülmesi çalışmasında ise usta oyuncular Müjde ar ve Kadir İnanır, bu filmlerde oyunculuk da yapacaklar. Bu başarılı senaryonun yazarları da filmlerini bol ödüllü dünyaca meşhur genç yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın yönetiminde gerçekleştirmiş olacaklar.

Siteyi takip ederek senaryolara ve filmlere puanlar vererek değerlendirmelerde bulunan sinemaseverler ise, bu filmlerin setine katılma şansını elde edebilecek ve bu usta sinemacılarla tanışma fırsatı da yakalayacaklar. Bunun için tek yapılması gereken hemen bugünden www.sanalt.net adresindeki başvuru formunu doldurmak. Şansınız açık olsun.

Antikapitalist Reklamlar
Kazanmaya var mısınız?


www.sanalt.net

alttan alta

Devamını oku...

Mart ayında yitirdiklerimiz - Vahit AKÇA

31 Mart 2010 Çarşamba























MART AYINDA YİTİRDİĞİMİZ SANATÇI VE AYDINLARIMIZ İÇİN...
aşık veysel şatıroğlu - necmi rıza ayça, pertev naili boratav - fatih rıfkı atay - ihap hulusi görey - a.kadir meriçboyu - çetin emeç - mustafa eremektar (mıstık) - doğan öz - mustafa (mim) uykusuz - cahide sonku - zekeriya sertel - ceyhun atuf kansu - sadri alışık - şevket süreyya aydemir - turhan selçuk - mengü ertel - bilge olgaç - sadun aren - bülent düzgit

Devamını oku...

Angela Merkel Türkiye'de - Hayati BOYACIOĞLU


"ANGELA MERKEL IN TURKEY"
HAYATI BOYACIOGLU-GERMANY

Devamını oku...

Avukat Kayasu: Darbecileri Yargılamakta Zamanaşımı Yok

19 Mart 2010 Cuma



Darbecileri yargılamaya çalıştığı için meslekten atılan eski savcı Kayasu Anayasa'nın geçici 15. maddesinin değiştirilmesi için "Olumlu. Umarım gerçekleşir. Yargılanmaları çok önemli. Dokunulmazlık süresi boyunca zamanaşımı süresi işlemez. Zamanaşımı tartışması yersiz" dedi.

İstanbul - BİA Haber Merkezi


12 Eylül darbesinin liderlerini yargılamak istediği için meslekten ihraç edilen, daha sonra davasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden kazanan eski Adana savcısı Sacit Kayasu, Anayasa'nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasıyla ilgili değişikliği olumlu bulduğunu söyledi.

Hükümetin anayasa değişikliği paketinde, darbecilerin yargılanmasını engelleyen bu maddenin kaldırılması da yer alıyor.

Kayasu, "Bu değişikliği her kim yaparsa yapsın, Türkiye'ye büyük hizmet etmiş olur. Milyonlarca insan bu süreçte haksızlığa uğradı. İşkence yapılanlar, işinden atılanlar, üniversiteden uzaklaştırılanlar, fişlenenler... Darbecilerin ve onların emirlerini uygulayanların yargılanmaları gerek ki ibret olsun" dedi.

"Zamanaşımı işlemez"

Kayasu, darbecilerle ilgili yargılamada zamanaşımının da işlemeyeceğini söyledi:

"Hukukta temel yaklaşım budur. Bir tür dokunulmazlık varsa, o dokunulmazlık süresince zamanaşımı süresi işlemez. Zamanaşımı tartışmaları yersiz."

Sadece generaller değil

Geçici 15. madde, darbenin yapıldığı 1980'le, üç yıl sonra seçimlerle ilk hükümetin kurulduğu 1983 arasındaki kararları ve uygulamaları nedeniyle dönemin Milli Güvenlik Konseyi'ni, Danışma Meclisi'ni, darbecilerin kurdurduğu ara hükümetleri ve onların kararlarını uygulayan kurum ve kişileri yargıdan muaf tutuyor.

Kayasu, maddenin kaldırılmasıyla, yalnızca darbe lideri generallerin değil, 1980-83 arası görev yapan herkesin yargılanabileceğini söyledi.

Darbe liderlerinin üçü hayatta

Milli Güvenlik Konseyi'nin beş üyesinden üçü hayatta. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olmasının ardından Genelkurmay Başkanı olan Nurettin Ersin ve dönemin Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun öldüler.

Darbenin lideri Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer hayatta.

Kayasu değişikliğin bir an önce yapılması gerektiğini de vurguladı: "Umarım gerçekleşir. Yoksa, herkes öldükten sonra maddeyi kaldırmanın bir yararı yok." (TK)


Devamını oku...

En çok tartışılan romancı 100 yaşında

14 Mart 2010 Pazar


Roman anlayışı, yapıtlarında dile getirdiği düşünceler çok tartışıldı. Kitaplarıyla Anadolu'ya uygun 'yerli' bir sol düşünce oluşturmaya çalıştı. Kemal Tahir bugün 100 yaşında

BURCU AKTAŞ (Radikal)
13.03.2010


14 romanı iki ciltte toplandı
Kemal Tahir’in kitaplarını yayımlayan İthaki Yayınları, yazarın 100’üncü yaşını iki önemli yayınla kutluyor. Kemal Tahir üzerine yazılardan oluşan bir armağan kitap hazırlayan yayınevi, bir de Kemal Tahir’in tefrika edilen, döneminde çok beğenilen romanlarından iki kalın ciltlik bir seçki çıkartacak.
14 romanın yer aldığı seçkide yazarın ‘Muhallebi Çocuğu’, ‘Bir Gecenin Beyliği’, ‘Bir Nedim Divanının Esrarı’, ‘Gönül Denen Hayvan’, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ gibi kitapları yer alıyor. Her iki projenin ürünleri sonbaharda yayımlanacak.

İSTANBUL-Tam 100 yıl önce bugün, II.Abdülhamit’in hünkar yaverlerinden Tahir beyin oğlu olarak İstanbul’da doğdu Kemal Tahir. Sadece Türk edebiyatına değil siyasetine ve sosyolojisine de ilham veren yazar, Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan çıkardığı sonuçları romanlarıyla duyurmayı seçmiş, bir edebiyatçı ve entelektüeldi. Köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işlediği romanlarında kullandığı dille dikkat çeken Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından ‘dil makinesi’ olarak nitelendirilmişti.
Kemal Tahir 1973 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda edene kadar yazmış, yazarken de malzemesini titizlikle kendi yaratmış yazarlardan biri olarak iz bırakmıştı. Galatasaray Lisesi’nin onuncu sınıfından ayrılarak Zonguldak Maden İşletmeleri’nde ambar memurluğu, İstanbul’da avukat kâtipliği yaptıktan sonra yolunu ‘yazı’nın yakına düşürdü. Tahir, 1931 yılında şiirlerinin yayımlandığı İçtihat dergisiyle edebiyata ilk adımını attı. İlk başta hece ölçüsü ile yazan Tahir’in şiirleri Nâzım Hikmet’le tanıştıktan sonra evrildi. Yazar, toplumsal konulu serbest şiirler üretmeye başladı. Yaşamını kalemiyle kazanmak zorunda olan yazarlardan olması sebebiyle bu yıllarda mizah öyküleri, serüven romanları da yazdı.

Nâzım’la birlikte yargılandı
Çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmen, röportaj yazarı, çevirmen, sekreter olarak çalıştı. Nâzım Hikmet’in yargılandığı ‘Bahriye Davası’nda suçlu bulunarak 15 yıla hüküm giydi. Hapiste geçirdiği sürenin Kemal Tahir’in yazın hayatında belirleyici olduğu söylenebilir. Edebiyat dünyasında beğeni toplayan pek çok romanını cezaevindeyken yazdı. 1950 Affıyla hapisten çıktıktan sonra takma adlarla macera ve aşk romanları çevirdi, senaryolar yazdı. Kemal Tahir deyince akıllara gelen ilk şeylerden biri de yazarın çeşitli mahlaslarla yazdığı kitapların çokluğu. Bu tür çalışmaları arasında en ünlüsü ise kuşkusuz Mayk Hammer dizisi. Bedri Eser, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F.M. İkinci yazarın kullandığı takma adlar arasındaydı.
1955 yılında yazarın nihayet kendi adıyla yayımlanan ilk romanı ‘Sağırdere’ basıldı. ‘Sağırdere’yi, ‘Körduman’ izledi. Kemal Tahir, Çankırı-Kastamonu, Çorum çevresinde geçen romanlarında köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işledi. Tüm bunları konu alırken onun için vazgeçilmez olan, Tanzimat’tan bu yana değişen mülkiyet ilişkilerini, eşkıyalık hareketlerinin gerçek yüzünü anlatmaktı.

Tarih romanları tartışıldı
Kemal Tahir’in en çok bilinen, hem yayımlandığı yıllarda hem daha sonra en çok tartışılan romanları, tarihi konuları ele aldığı kitaplar oldu. Yapıtları kimilerince övülen kimilerince çok yerilmiş bir romancı olarak edebiyat tarihine geçti. Bu tartışmaların ana ekseni tabii ki yazarken takındığı ideolojik tavırdı.
Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerini konu aldığı romanları oldu. Bu romanlarda Batılılaşma hareketini, yeni Türk devletinin oluşumunu eleştirdi. ‘Esir Şehrin İnsanları’ ve ‘Esir Şehrin Mahpusu’nda İşgal altındaki İstanbul’u, Kurtuluş Savaşı’nın bir Osmanlı paşazadesi üzerindeki etkisini; ‘Yorgun Savaşçı’da İttihatçılarla milli mücadele yanlısı güçler arasındaki çatışmayı; ‘Kurt Kanunu’nda İzmir Suikastı’nı; ‘Yol Ayrımı’nda Serbest Fırka olayını anlattı.
Kemal Tahir’in belki de en çok tartışılan romanı ‘Devlet Ana’ oldu. Yazar, bu romanında Osmanlı geleneğinden kopuşun yanlışlığını vurguluyordu. Selahattin Hilav romanı şöyle değerlendirmişti: “Devlet Ana, Kemal Tahir’in hem felsefi düşüncesi, hem de sanatı bakımından, manevi dünyasını teşkil eden unsurları en kesin ve özlü bir şekilde dile getirmesi dolayısıyla, bir kavşak noktası teşkil etmektedir. Yazar, bu romanında, dünya görüşünün ve sanatının belkemiğini teşkil eden konuya doğrudan doğruya girmiştir.”
Osmanlı toplum yapısının Batı toplumlarından farklı olduğunu, üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin gelişiminin kendine özgülüğünü savunan tarih tezi, Kemal Tahir romanlarının anahtarını oluşturdu ve yazar yazdığı sürece romanları üzerinden bu tezi tartıştı.
Yaşamının son yılları çoğu daha önce tasarlanmış romanlarını yazmak, yayımlamakla geçirdi. Hatta, bazı ünlü romanları ölümünden sonra yayımlandı.

Devamını oku...

Alice'in Harikalar Diyarında İşi Ne? - DENİZ ŞAHİNALP

13 Mart 2010 Cumartesi


Tim Burton'un Alice'i yeraltı diyarındaki düzeni sorgulamadan iktidara hizmet ediyor; kendisi harikalıkların aynası olması gerekirken, harikalıklar, Alice'in dışardan izlediği üç boyutlu bir olaylar silsilesine dönüşüyor: görsel açıdan muhteşem ama yüzeysel bir yolculuğa razı olanlar için gidilmesi gereken bir film.












Hayal kurmaktan vazgeçmeyen bir yetişkin olarak, üç boyut katılmış Tim Burton yapımı Alice Harikalar Diyarında filmini büyük bir heyecanla bekliyordum. Çocukluğumda çizgi romanlarda rastladığım Alice'le birlikte beyaz tavşanı takip edip, o delikten düşüp, harikalar diyarında kafa karıştırıcı ve hayret verici yolculuklara defalarca çıktım. Sadece bir çocuk masalından ibaret olmayan Alice'i yaşım büyüdükçe daha iyi anladım. Harikalar diyarı gündelik yaşamın rutinin kırıldığı ve imkansızın olasılığa dönüştüğü her yerde vardı. Zamanı durdurup evrene daha yakından bakmanın gerekliliğini ve farklı dünyaların olanaklılığını anlatmaktadır Alice'in yolculuğu.

Alice bugün 155 yaşında. Lewis Carroll 1865 yılında bu hikayeyi yazdı. Bugüne kadar farklı versiyonlarıyla filme alındı. Ancak Tim Burton bu versiyonların hiç birini tatmin edici bulmadığı için Alice Harikalar Diyarında masalına kendi yorumunu katarak onu beyazperdeye aktarmak istemiş. Tim Burton'u tanıyanlar bilirler; filmlerinin bir çoğunda benzer izlere rastlanır. Viktorya İngilteresi'nin kasvetli mekanlarında, karanlıklar içinden çıkan renkli gölgeler şiirsel bir dille, gizemlerini koruyarak bireysel hikayelerini anlatırlar. Vazgeçemediği oyuncu Johnny Depp ve eşi Helena Bonham Carter'a birçok filminde rastlarız. Bu filmde Johnny Depp'i turuncu saçları ve koca yeşil gözleriyle Alice'e yol gösteren Şapkacı, Helena Bonham Carter 'ı ise yer altı diyarına korku salan koca kafalı Kırmızı Kraliçe rolünde izliyoruz. Filmdeki bütün karakterler ve mekanlar biçim olarak Tim Burton imzasını taşıyor. Ancak içeriğe yakından baktığımızda anarşist ve hayalperest Alice ruhunun kaybolduğunu, onun yerine daha conformist bir Disney ruhunun filme hakim olduğunu görüyorum.

Alice bu filmde 9 değil 19 yaşında evlilik çağına gelmiş bir genç kız. Küçük bir çocukken gittiği harikalar diyarını bir rüya zannediyor. Beyaz tavşana tekrar rastlayıp peşinden yeraltı diyarına sürüklendiği gün, aslında onun için tertiplenmiş, kendisinin haberi olmadığı bir nişan partisi.Çirkin ve şapşal koca adayı karşısındaki afallamışlığı, beyaz tavşanı gördüğü andan itibaren yerini eskiden kalma bir meraka bırakıyor ve Alice kalabalıktan sıyrılıp kendini delikten aşağı bırakıyor.

Toplumun ona dayattığı sıkıcı kurallara isyan niteliğindeki bir kaçış bu. Ama asıl önemli olan, Alice'in o delikte ne yaptığı. Görsel olarak hiçbir zahmetten kaçınılmamış yeraltı diyarında Alice bütün eylemsizliğiyle ilerliyor. Alice'in pasifliğini Şapkacı'nın (Johnny Depp) şatafatlı görünümü ve göz alıcı hareketleri bastırıyor. Alice'in öne çıkan bir karakteri yok. Kendine hep güçlü ve farklı bir baba figürünü örnek alıyor ve onun gibi imkansızı başarabileceğini söylüyor.

Aslında Alice, Kırmızı Kraliçe'yi yenme ve Beyaz Kraliçe'yi kurtarma operasyonunun bir askeri gibi davranıyor. Yeraltı diyarındaki düzeni sorgulamadan iktidara hizmet ediyor. Alice'in kendisi harikalıkların aynası olması gerekirken, harikalıklar, Alice'in dışardan izlediği üç boyutlu bir olaylar silsilesine dönüşüyor. Dikkatimiz Alice'in harikalıklarına değil, büyüyen renkli mantarlara, kelebeklere, ve Şapkacı'nın vintage şapkasına kayıyor. Alice kehanette ön görüldüğü gibi, Kırmızı Kraliçe'nin kahramanı olan canavarı öldürdükten sonra ne değişiyor? Bu kadar olaydan sonra ancak çirkin ve ukala koca adayına hayır deme cesaretinde bulunuyor. "Ben artık oldum" edasıyla nişan partisindeki herkese bir çift laf ediyor ve iş hayatına atılıyor. Yeraltı diyarına yaptığı bu harika yolculuk Alice'in zihnini açmış olacak ki, değme kapitalistleri aratmayacak bir çeviklikle, ticaret yollarını Çin'e kadar uzatma fikrini ortaya atıyor. Daha sonra Çin'e gitmek üzere bindiği ticari gemide harikalar diyarını hatırlayarak zafer sarhoşu bir gülücük atıyor.Bu yönleriyle Alice eski hayranlarını hayal kırıklığına uğratıyor. Alice'in kurtardığı iyilik sembolü Beyaz Kraliçe'nin (Anne Hathaway) yapmacık hareketleri filmdeki olmamışlığı doğruluyor. "Hiçbir canlıyı öldürmemeye yemin ettim" deyip öldürme işini Alice'e vermesi, çıt kırıldım hareketleri, "neden ki" diye insana sordurtuyor. Bütün bu mizanseni Türkçe seslendirilmiş bir şekilde izlemeye mahkum olmamız, büyünün bozulmasına tuz biber ekiyor. Bütün bunlara rağmen, Alice Harikalar Diyarında, görsel açıdan muhteşem ama yüzeysel bir yolculuğa razı olanlar için gidilmesi gereken bir film.

(İstanbul - BİA Haber Merkezi)

Devamını oku...

Size Söyledim! - Azlan McLennan























Size Söyledim, Haklıydım, Bu Kapitalizm!

deviantART
- Azlan McLennan

Devamını oku...

Orta Şekerli Kahve - EFLATUN NURİ




















İKİ SAAT OLDU SÖYLİYELİ... HANİ BENİM ORTA ŞEKERLİ KAHVE?


Devamını oku...

Taliban Seni Bekliyor! - Carlos Latuff



deviantART - Carlos Latuff

Devamını oku...

Karikatürist Eflatun Nuri'nin Düşündürdükleri - BEHİÇ AK


Eflatun'un mizah dolu evreni, yetenek, beceri, başarı, zenginlik değil; yetenek, yoksulluk ve beceriksizlik karışımından oluşurdu. Gerçek mizahçılar hep böyledir... Eflatun gitti. Sonraki kuşaklar, tuhaf bir kararsızlıkla bakacak çizgilerine.

(İstanbul - BİA Haber Merkezi)



Gerçek adı Adil Nuri Erkoç olan Eflatun Nuri, 7'sinde çizmeye başladı, 77'sinde yazar oldu. Karikatürleri, öyküleri ve renkli anılarıyla iz bırakan Eflatun Nuri, Mayısın ilk haftasında 81 yaşındayken kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Karikatürist Behiç Ak, Eflatun Nuri'nin önemini bianet için yazdı...

Fakirliğin romantizmi vardı onun çizgilerinde. Yönetmen Vittorio De Sica'nın filmlerinde fakirliği sevdirmesi gibi bir şeyler vardı. "Milano Mucizesi" filminde açlık sınırında yaşayan aile ile ilgili şu detayı unutmak mümkün mü? Ateşteki süt dökülür, yaşlı kadın ve çocuk yerde yayılan sütü nehir varsayıp, neşeyle oyun oynamaya başlarlar. Sanki karınlarını doyuracakları anı değil de oynayacakları anı bekliyorlarmış gibidirler.

Fakirliğin, yoksunluğun sevgisi ve romantizmi, bir dönemin nadide çizerlerinde, Zeki Beyner, Cafer Zorlu ve Eflatun Nuri gibi çizerlerde vardır. Onlar bu duygusal mizahın samimiyetini kendi hayatlarının birebir uzantısı olan çizgilerinde yaşatırlar.

Samimi olmayan hiçbir şey yoktur ne hayatlarında, ne de çizgilerinde. Fakirliği benimserler, benimsetirler, ama onun içinde her anı şaka konusu yapmaktan çekinmeden...

Başarı ve zenginlik değil, yoksullukla becereksizlik

Eflatun, en zayıf, en yoksunlukla dolu yönlerini mizahın tepsisi içinde sergilemekten zevk alır. Zayıflıklarıyla gurur duyar. Onu Eflatun yapan onlardır. Çizgisinin mizah ve duyguyu birleştiren karışımı onu güçlü kılacaktır nasılsa.

Bu tavır, başarı peşinde koşan, nisbetçi insanların savunma mekanizmasını çökertir. En aşağı tabakadan bakarak ince ince dalga geçmenin keyfiyle doludur hep. Burnu büyük, cebi dolu, başarı düşkünü tepeden bakanların Aşil topuğuna ok atıp durur.

Eflatun'un mizah dolu evreni, yetenekle, beceri ve başarının ve zenginliğin değil, yetenekle, yoksulluğun ve beceriksizliğin karışımından oluşur.

Gerçek mizahçılar hep böyledir.

İngiltere'ye gider aç kalır. Bir tas çiğ piriç yer. Sonra üzerine ağzını musluğa dayayıp su içer. Suyla karışan pirinçler, midesinde büyümeye başlar büyür büyür büyür... Kahkahalarla anlatır bu hikayeyi Eflatun.

Bir dürbünü ikiye kırarak arkadaşıyla paylaşır. Tekli dürbününü yanından hiç eksik etmez.

Bir hikaye kahramanı

Onun hikayelerine, çizgilerine ya da kendisine takılan hiç kimse güç kazanamaz. Güç kaybeder. Oturacağı sandalyeyi kimin alıp nereye koyduğunu bir türlü bulamaz. Eflatun almıştır onu.

Şaşkın, haylaz, romantik ve yetenekli çizer, kendi çizgilerinin bile tarif edemeyeceği komikliklerle dolu bir anı bulutuyla yolculuk eder.

Hikaye anlatmakla yetinmeyen bir hikayecidir o. Bir hikaye kahramanıdır. kendi yazdığı hikayelerin kahramanı.
Ne yazık ki hikaye kahramanları çok azaldı dünyamızda.

Hikaye de o yüzden azaldı galiba. İnsanların hayatı giderek hikayesizleşiyor. Hikaye yaşayanlar da onları anlatmakta isteksizler.

Eflatun da gitti.

Sonraki kuşaklar, tuhaf bir kararsızlıkla bakacaklar çizgilerine.

Tabii ki özlemle de... (BA/GG)

Devamını oku...

Emperyalizm - Azlan McLennan

















İyi Emperyalizm - Kötü Emperyalizm

deviantART - Azlan McLennan

Devamını oku...

Turhan Selçuk Üzerine - BEHİÇ AK













Az çizgiyle çok şey anlatan bu usta çizer, bıkmadan usanmadan herkesten çok çizgi çizdi. Yazısız karikatürün öncülerindendi. Buna rağmen, Mitterand' ın "Fransa da Çizgi roman da bir edebiyat eseridir" sözü sanki Turhan için söylenmiş gibidir. Abdülcanbaz, sadece bir çizgi roman değil aynı zamanda bir edebiyat eseridir de.



Turhan Selçuk' un ölümünü bu sabah öğrendim.

Çok üzüldüm. Biraz sonra bir şeyler karalarken buldum kendimi.

Turhan karikatürde bir dönemin kuşkusuz son temsilcisiydi. Aklıma ilk gelen "Acaba karikatürde bir dönem mi kapandı?" sorusu oldu. Hemen sonra da bunun Turhan' a karşı yapılmış büyük bir haksızlık olduğunu Turhan'nın çizgisi sadece yaşadığı dönemle sınırlandırmanın, Turhan'ı pek anlamamak olduğunu düşündüm.

Bagaj memurları gibi insanları doğum ve ölüm tarihleriyle etiketlemek Turhan' ın çizgi ve düşünce dünyasını anlamaktan çok uzaktı. Kuşkusuz o bir modernistti. Çizgisi de Modern' in tartışmasız en başarılı örneğiydi. Karikatürü bir "sanat dalı" haline getiren öncülerin başındaydı.

Uluslar ötesi bir anlayışla çiziyordu. Dünyanın her yerinde değer olabilecek "son derece kişisel bir çizgi" yaratmıştı. Yaşadığı dönemin, modern bakışını yansıtan politik bir bakışa sahipti. Eğrilmeden, kıvrılmadan bükülmeden, doğru bildiği yolda devam ediyordu. Politik iktidarlar dimdik duran bu çizerden rahatsızdılar. Baskı dönemlerinden, darbe dönemlerinden nasibini aldı ama bakış açısını değiştirmedi.

Cesaret ve yetenek onun çizgisinde birleşmişti. Sanat dünyasında cesurların çok yetenekli olmadığı, yeteneklilerin de pek cesur olmadığı düşünülürse, bu iki özelliğin bir araya gelmesinin önemi anlaşılabilir.

Bu özelliklerin Turhan ın sadece bir yönünü anlattığı kanısındayım. Buzdağının yukarıda kalan kısmını. Turhan' ın çizgisi bence çok katmanlı bir çizgiydi. İlk bakıldığında modern özellikleriyle kendini göstermekle birlikte, "yeni olmanın" arkasına sığınmayan, sadece kendisini "yeni" olmakla sınırlandırmayan bir çizgiydi. Öyle ki, bu "yeni" çizgiye baktığınızda, acaba geleceğin "yeni" si mi?

Yoksa bugünün mü? Yoksa geçmişin mi? pek karar veremezdiniz. Bu Turhan' ın kararsızlığından değil tercihinden kaynaklanırdı kuşkusuz. "Uluslararası" çizgisinin aynı zamanda son derece "yerli" olması gibi.

Acaba ondokuzuncu yüzyılın sonlarından gelme mi? Yoksa ikibin yirmibeş yılından mı? Yoksa bügünden mi? diye bizi düşündüren şey, çizgisinin son derece özgün ve kişisel diliydi.

O sert, katı gibi görünen yalın çizgiyle öyle ince ifadeler, öyle yumuşaklıklar, öyle karmaşıklıklar oluşturuyordu ki, bir araya gelmesi imkansız gibi görünen anlatımlar, dönemler, bakış açıları Turhan 'ın dünyasında bir çizgi şöleni oluşturuyordu.

Turhan' daki bütün bu farklı öğeleri biraraya getiren şey in onun "yeteneği" olduğunu düşünüyorum.

Bugün bazı edebiyatçıların sadece "karar vererek" "zor kullanarak", bir araya getirmeye çalıştığı farklı öğeler, Turhan 'ın yeteneğinde kolayca bir araya gelmekle kalmayıp, bir sanat eserine dönüşüyordu.

Sadece fikirleriyle değil, bu üstün yeteneğiyle de, meydan okumanın zevkini yaşadığını zannediyorum.

Az çizgiyle çok şey anlatan bu usta çizer, bıkmadan usanmadan herkesten çok çizgi çizdi. Yazısız karikatürün öncülerindendi. Buna rağmen, Mitterand' ın "Fransa da çizgi roman da bir edebiyat eseridir" sözü sanki Turhan için söylenmiş gibidir. Abdülcanbaz, sadece bir çizgi roman değil aynı zamanda bir edebiyat eseridir de.

Güle güle, usta emekçi!(BA/EÜ)

Devamını oku...

Karikatürist Turhan Selçuk Hayatını Kaybetti

11 Mart 2010 Perşembe



"Aydede", "Yön", "Devrim Örneği" gibi dergilerde çizerlik yaptı. Uzun yıllar Milliyet ve son olarak da Cumhuriyet gazetesinde "Söz Çizginin" köşesinde çizen karikatürist Turhan Selçuk hayatını kaybetti. TGC, "Selçuk gazeteciliğin karikatür dalına getirdiği yeniliklerle, karikatür klasikleri arasında yerini aldı" dedi.




Cumhuriyet gazetesi çizerlerinden Turhan Selçuk, dün gece karındaki aort damarının genişlemesi (abdominal aort anevrizması) teşhisi ile tedavi gördüğü Maslak Acıbadem Hastanesi'nde hayatını kaybetti.

"Abdülcanbaz" karakterini yaratan, Cumhuriyet gazetesinde ise "Söz Çizginin" isimli çizgilerini okurlarla buluşturan Selçuk, gazetenin İmtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk'un kardeşiydi.

Selçuk'un cenazesi 13 Mart Cumartesi günü, saat 12.00 de Cumhuriyet gazetesinde yapılacak törenin ardından 14 Mart Pazar günü Nevşehir Hacı Bektaş'ta toprağa verilecek.

TGC: 60 yıllık kıdemli bir üyemiz, usta bir çizerdi

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), mesleği boyunca ulusal ve uluslar arası çapta bir çok ödüle değer görülen Turhan Selçuk'un ölümü dolayısıyla bir başsağlığı mesajı yayımladı.

TGC Başkanı Orhan Erinç, Turhan Selçuk'un cemiyetin 60 yıllık kıdemli bir üyesi olduğunu anımsatarak, "Türk ve dünya karikatürcülüğünün 69 yıllık çınarı ustamız Turhan Selçuk'u kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeyiz. Dünyanın da ünlü ve uzun soluklu karikatür ustalarından olan Turhan Selçuk'un, gazeteciliğin karikatür dalına getirdiği yeniliklerle, çizgi roman kahramanları kendisinin unutulmadan aramızda yaşamasını sağlayacak karikatür klasikleri arasında yerini almıştır. Selçuk'un ailesine, basın karikatür ve sanat dünyasına başsağlığı dileklerimi sunarım" dedi.

Masaracı: Karikatür evinin açılışında bulunmasını isterdik

Cumhuriyet gazetesi karikatüristlerinden Kamil Masaracı, Turhan Selçuk'un karikatürün en önemli isimlerinden biri olduğunu açıklayarak, "Önemli çizerliği önümüzdeki yıllarda da etkisini gösterecek. Onun çizgileriyle gençler yetişecek. Çok önemli bir düşünürdü, yurtseverdi. İlkelerinden hiçbir zaman ödün vermedi" dedi.

"Çizgileriyle bize aydınlıkları gösterdi. Siyasetle iç içe bir insandı ve bir karikatürist olarak en iyi örneklerini verdi. Herkesin başı sağolsun. Turhan Selçuk'u çok özleyeceğiz. Milas'ta Turhan Selçuk'un bir karikatür evi hazırlıkları vardı. İsterdik ki, karikatür evinin açılışında orada bulunabilsin ama orada yeni Turhan Selçuk'ların yetişebileceğine inanıyorum."

Turhan Selçuk kimdir?

1922 yılında Milas'ta doğdu. Türkiye mizahının önde gelen isimlerinden olup Türkiye'de mizaha yön veren karikatüristlerdendi. Semih Balcıoğlu ve Ferit Öngören ile beraber Karikatürcüler Derneği'ni kuranlardandı. İlk olarak "Akbaba" dergisinde çalışmaya başladı.

Ardından "Aydede", "Yön", "Devrim Örneği" gibi dergilerde ve "Milliyet", "Akşam" gibi günlük gazetelerde çalıştı. Özellikle "Abdülcanbaz" tiplemesi ün yaptı. Türkiye ve Avrupa'da bir çok müzede karikatürleri sergilendi. (EÖ)

(İstanbul - BİA Haber Merkezi)

Devamını oku...

Bok - Orçin Uzun (Subtitled)

8 Mart 2010 Pazartesi

Devamını oku...

Haliç Tersaneleri - Fatih Pınar

Devamını oku...

Tekel işçileri eylemde - Fatih Pınar

2 Mart 2010 Salı


İşçilerin mücadelesi Fatih Pınar'ın objektifine böyle yansıdı.

Devamını oku...

Mustafa TÜRKEL´den açıklama (2 Mart 2010)



TekGıda-İş Başkanı Mustafa Türkel açıkladı: Saat 13.00'de çadırlar kalkacak. 15-20 gün mola vereceğiz.

HÜKÜMET 1 AYLIK SÜREYİ İYİ KULLANSIN

4/C gibi bir ucube ortadan kalkmadan mücadelemizi bırakmayacağız. Hükümete bu anlamda diyoruz ki 1 aylık süreyi iyi kullanın. Bu fırsatı iyi değerlendirin ve Türkiye’yi hukuksuzluktan kurtarın lütfen. Bu ülkede iyiki hukuk var dedirtecek kararları alan yargıya şükranlarımızı iletiyorum.

Devamını oku...

Parayı veren düdüğü çalar mı?



Haftalık mizah dergisi Gırgır bu haftaki kapağında köşe yazarlarını suçlayan, medya patronlarına ayar veren Başbakan Erdoğan'ı kapak yaptı.

Devamını oku...

Can Yücel - Fatih Pınar


İyi ki varsın Can Baba...

Devamını oku...

Kenan Evren'e bir darbe daha

28 Şubat 2010 Pazar



Adıyaman'da adının verildiği okuldan tabelası 28 Şubat'ta kaldırıldı.

Adıyaman'ın Kahta İlçesi'nde, sivil toplum örgütlerinin talebiyle adının değiştirilmesi onaylanan Kenan Evren İlköğretim Okulu'nun tabelası indirilerek yerine Hürriyet İlköğretim Okulu yazılı tabela asıldı.

Devamını oku...

Fino - Sesler ve Düşler

26 Şubat 2010 Cuma



Söz - Müzik: Heyder

Devamını oku...

''Kerem Gibi'' - Sesler ve Düşler

25 Şubat 2010 Perşembe


Sesler ve Düşler ''Kerem Gibi''



Söz: Nazım Hikmet
Müzik: Sesler ve Düşler

Devamını oku...

İspanya'da Sonbahar - Sesler ve Düşler




Söz: Blas De Otero
Müzik: Sesler ve Düşler

Devamını oku...

'Lumen' - No Blues

23 Şubat 2010 Salı

Devamını oku...

12 Eylül 1980 "Sevgili Günlük"

22 Şubat 2010 Pazartesi

Devamını oku...

Coup/Darbe - Elif Savaş Felsen






Yönetmen: Elif Savaş Felsen
Prodüktör: Brian Felsen

1960, 1971, 1980 darbelerini ve 1997 askeri mudahalesini konu alan bir dokumanter film
DARBE New York Council on the Arts and the Experimental Television Center yardimlariyla yapilmistir.
Darbe; 1920'lerde Ataturk tarafindan yaratilan ordu kontrolu altinda demokratik sistemi, ulkenin politik ve kulturel hayatinda askeri kuvvetlerin yerini, herbir darbenin sebep ve sonuclarini, Guney Amerika darbelerinden farklarini ve militer demokrasinin gelecegini inceliyor.
Darbe filminde bir adet dahi anlati veya sonradan hazirlanmis film bulunmamaktadir. Bunun yerine film aktivistler, politikacilar ve askeri liderlerin roportajlarini askeri harekatlar ve sokak gosterilerini gosteren olaganustu ozel arsiv goruntuleri ile birbirine ormektedir. Bu yontem, Turkiye'deki bugunku cesitli tartisma ortamlarini, birbirinden kokunden farkli gorus acilarini bir anlaticinin filtresinden gecirmeden gostermeyi sagliyor. Boylece film konusuna sadik kalarak seyircisine hukumet, askeri kuvvetler ve asiri uclarin yikici ayriligini gorsel olarak tecrube ettirirken, sadece "kisa haber" olmaktan oteye giderek, kucak dolusu bilgi veriyor.

KONUSMACILAR
Filmde konusanlar arasinda eski Saglik Bakani, Ic ve Disisleri Bakanlari, anayasa yazarlari, Meclis uyeleri, Cumhurbaskani ve Basbakan danismanlari, ordu mensublari, darbe liderleri, istihbarat ajani, yayinevi sahipleri, parti liderleri, aktivistler, eski idam mahkumlari ve bilim adamlari bulunmaktadir.
Filmde bulunanlarin bazilari daha once deneyimleri hakkinda hicbir yerde konusmadilar. Yapimcilar ilk kez farkli taraflardan politikacilari ve hatta asiri uclari biraraya getirerek uluslararasi onem tasiyan konularda konusturdular.
Herseyden onemlisi DARBE dunyayi degistiren olaylarin bir sozlu tarihi. Seyirciler olaylari olaylarin ortasinda bulunmus olanlarin agizlarindan dogrudan duymak olanagina sahipler. 1960 darbesine katilanlarin pekcogu 80. yaslarini coktan gectiler, bu film onlarin yasadiklarina pencere aciyor ve dusuncelerini muhafaza ediyor. Daha simdiden dort konusmacimiz aramizdan ayrildi: General Muhsin Batur (filmin cekiminden az sonra Istanbul'da Florence Nightingale Hastahanesi'nde dogal sebeplerden oldu), Gazeteci Raif Ertem, Anayasa Hukuku Profesoru Bulent Tanor, ve Gazeteci Ahmet Taner Kislali (filmin tamamlanmasindan hemen sonra evinin hemen disinda bir bomba ile olduruldu).

GORUNTULER
Daha once hic gorulmemis fotograflar, dokumanlar, ses bantlari, haber yayin organlarindan ve kisisel arsivlerden saglanan filmler bu dokumanterin bel kemigini olusturuyor. Filmde 1910'lardan bir Osmanli Pasasi'na yapilan toren, 1930'lardan Ataturk'un halka hitabi, Basbakan Menderes'in asilmasiyla sonuclanan askeri durusmadan goruntuler,1960 darbesinin lideri Turkes'in konusmasi, olume mahkum edilen ogrenci lideri Deniz Gezmis ile ilgili klipler, 1970'lerden 1 Mayis sokak gosterileri ve bombalanan kahvehaneler, 1980 darbe anonsu ve 1983 secimleri, 1995'te Refah Partisi'nin yukselisi, 1997 muhtirasi, Refah Partisi'nin kapatilmasi ve 1998'de ordunun basina verdigi brifinglerden goruntuler bulunuyor.

DARBE politik aciliyetlerle yuzyuze bir ulkede abstrak ideallerin (ornegin "konusma ozgurlugu" ve "insan haklari") ne dereceye kadar uygulanabilecegini arastiriyor. Bu haklar kagit ustunde var olsalar dahi, tehlikenin cok yuksek oldugu bir ulkede bunlarda israr etmenin pratik akibetleri var: filmde yer alan bir konusmaci bir bombayla olduruldu, bazilari yazdiklari yuzunden hapse atildilar; baskalari Uluslararasi Af Komisyonu'na baslarina gelenleri anlattiklari icin cezalandirildilar. Ayrica film bir ulkenin demokratik sistemini korumak icin anti-demokratik yontemlere basvurmasindan dogan pratik ve etik problemleri inceliyor. Bu karisiklik hem ulke capinda: ordu politikaya karisiyor, hem de uluslararasi capta: ulke kendi ihtiyaclarini dis ulkeler ve dis guclerin cikarlariyla dengelemek zorunda kaliyor.

------------------

Directed by Elif Savaş Felsen
Produced by Brian Felsen

COUP (DARBE) explores the origins of the militarily-patrolled democratic system created by Ataturk in the 1920's; the place of the armed forces in the political and cultural life of the nation; the causes and consequences of each coup d'etat and how they differ from those in South America and the rest of the world, and the future of the "military democracy."

COUP contains not one word of voice-over narration or one frame of simulated footage. The film instead weaves together interviews with activists, politicians, and military leaders with extraordinary archival and personal footage of the military actions, street demonstrations and extremist activisms. This enables the film to illustrate the variegated nature of the current debate in Turkey, interweaving radically differing viewpoints without passing them through the filter of an overriding narrator. In so doing, the film can remain true to its subject, giving the viewer visual experience of the devastating impact of the collision between state and military authority and extreme civil activism, while providing a hoard of information that goes beyond the mere "sound-byte."

SPEAKERS

Some of the film's interview subjects are Former National Ministers of Health, the Interior, and Foreign Affairs; authors of the Turkish Constitution; current and former Members of Parliament; aides to the President and Prime Minister; military officers; junta leaders; intelligence agents; publishers; party leaders; extremist activists; former death-row prisoners, and scholars.

Several of the film's interview subjects have never before spoken on film about their experiences. The filmmakers have brought together for the first time politicians from all sides of the political spectrum, even the extremes, to talk about issues of international importance.

COUP is above all an oral history of world-shaping events, and viewers are able to hear direct testimony from the participants themselves. Several who participated in the 1960 coup are well into their 80's, making this film a great chance to preserve their thoughts and a wonderful window into their times. Already, four of our speakers are no longer with us: General Muhsin Batur (who died in Florence Nightingale Hospital in Istanbul of natural causes after filming), Columnist Raif Ertem, Constitutional Law Professor Bulent Tanor, and Journalist Ahmet Taner Kislali (who was murdered by a car bomb outside of his home shortly after filming completed.)

FOOTAGE

Never-before-seen photos, documents, audio clips, and film footage from news services and personal archives form the backbone of the film. The film contains ceremonials with the Ottoman Pasha from the 1910's; Atatürk speeches from the 1930's; footage from the army trial resulting in the hanging of Prime Minister Menderes; speeches by 1960 coup leader Turkes; clips of the condemned student leader Deniz Gezmis; May Day street demonstrations from the 70's and extremist café bombings; the September 1980 coup announcement and the follow-up elections in 1983; the 1995 rise of the religious Refah party; the 1997 coup by memorandum and closing down of the Refah office; and military press briefings from 1998.

COUP examines the degree to which abstract ideals (such as "freedom of speech" and "human rights") are actually applied in a country facing political exigencies. Even if such rights exist on paper, there are practical consequences of asserting them in a nation where the stakes are so high: one of the film's speakers was murdered by a car bomb after filming; some were jailed for their writings; and some were punished for having spoken with Amnesty International about their experiences. The film also takes a hard look at the practical and ethical issues raised when a country takes anti-democratic measures in its attempt to preserve a democratic system. These implications are both national, when the military becomes involved in the political process, and international, when the nation must balance their own needs with those of foreign governments and world powers.

Devamını oku...

Artık adı Kenan Evren Mahallesi değil!

21 Şubat 2010 Pazar


Mardin'de Kenan Evren Mahallesi'ndeki isim değişikliği referandumunda mahallenin adı 'Kotek' oldu.


MARDİN - Mardin'deki Kenan Evren Mahallesi'ne yeni isim verilmesi için referandum yapıldı.

Mahalle sakinlerinin darbeyi çağrıştırdığı için ''Kenan Evren'' olan mahallenin adının değiştirilmesi için yaptığı referandumda 162 kişi oy kullandı.

Oylamada 101 kişi mahallenin adının ''Kotek-ucu topuzlu değnek", 60 kişi ''Mezopotamya'', 1 kişi ''Karşıyaka'' olarak değiştirilmesi yönünde oy kullandı.

Mardin Belediye Başkan Vekili Murtaza Varlık, referandumu ''Bugün burada katılımcı demokrasiyi işletiyoruz. Mahalle sakinlerinin verdiği karara saygı duyacağız'' değerlendirmesini yaptı.

Haber
ntvmsnbc ve Ajanslar

Devamını oku...

Çin .. ABD - Bernd Pohlenz

20 Şubat 2010 Cumartesi

Devamını oku...

Savaş - Serkan Sürek

Devamını oku...

Bandista - Benim Annem Cumartesi

13 Şubat 2010 Cumartesi

Devamını oku...

Bandista - Özgürlüğe Manus

Devamını oku...

Sansüre Sansür ! (Subtitled)










Devamını oku...

Bir Kış Gecesi İstanbul - Fatih Pınar

11 Şubat 2010 Perşembe



19-24 Ocak 2010 tarihleri arasında İstanbul’da Alibeyköy Tevfik Aytemiz Spor Salonuna 625 evsiz sığındı. Fatih Pınar 2010′un soğuk kış gününde sığınanlarla konuştu. 2010′a bir de buradan bakmak için.

Devamını oku...

İşte yan gelip yatan Tekel işçileri

10 Şubat 2010 Çarşamba



Tayyip Erdoğan işçiler sözkonusu olduğunda sık sık “yan gelip yatarak maaş alma dönemi bitti”, “devletin malı deniz yemeyen domuz” dönemini kapattık diye konuşuyor.

Eşiyle birlikte Tekel işçisi kadınlarla bu fabrikada bir gün çalışmasını öneriyoruz. Başka da bir şey demeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Kim yan gelip yatıyor, halkın değerlerini, emeğini kim sömürüyor, kim ne varsa satıp savıyor bunu Tekel işçileri günlerdir Ankara sokaklarında haykırıyor!

Devamını oku...

“El Empleo – İstihdam” Santiago Grasso

9 Şubat 2010 Salı



İnsanların yaşamını sürdürebilmesi için, modern kölelik düzeni olan kapitalizm bireyi hiçleştirerek duygu ve düşüncesi olmayan, kullanılmaya hazır halde bir eşyaya çeviriyor. Tekleştirip yalnızlaştırarak her birini bir kapıya paspas, bir masaya sandalye, bir asansöre ağırlığa çeviriyor.

Animasyon filmi, Kafka’nın yabancılaşma duygusunu en güçlü biçimde yansıttığı yapıtı olan “Dönüşüm”ü hatırlatıyor; Bir sabah yatağında bir böcek olarak uyanan Gregor Samsa, bilinci ve istemi dışında gerçekleşen bu dönüşümü bir türlü kabullenemez. Ailesi ve patronu ise, kısa bir şaşkınlığın ardından, onun artık bir böcek olduğunu kabullenirler. Ama böcek olmakla alışageldiği şeylerden koparak yepyeni bir konuma giren Gregor Samsa da, o güne kadar sürdürdüğü yaşama da, çevresindekilere de, bambaşka bir gözle bakacaktır.
Dönüşüm, hiyerarşi ve otorite düşüncesiyle temellenen, bu amaçla sözü edilen düşünceyi önce aile kurumu içerisinde odaklaştıran toplum içersindeki bireyin tragedyasıdır. Gregor Samsa, ‘dönüştüğü’ güne değin çeşitli kölelikler ve zincirleri içerisinde uslu oturduğu sürece de benimsenip sevilir. Başkaldırısı bilinçaltında başlar; bu bilinçaltı, kendine uygun biçimi yaratır: Böceğe dönüşmesini, gerçekte artık başkalaşmasıdır. Bu dönüşümünden başlayarak, toplumun ve ailesinin ona ilişkin onu tutsak kılan beklentileri, artık sonuçsuz kalmaya yargılıdır; böceğin iğrençliği, çizgisi sürüyle uyuşmayan bağımsız bireyin iticiliğiyle özdeştir.

Santiago Grasso’un “El Empleo – İstihdam” adlı ödülü kısa filmi

Devamını oku...

Ziyaretçilerimiz


Profile Visitor Map - Click to view visits