Küba'daki yasakların listesi - Ingrid Storgen

29 Kasım 2008 Cumartesi

Küba'yı sürekli karalayanlara göre Ada'da birçok şey yasak. Ben de aynen böyle düşünüyorum.
Dogmalara düşmeden ve eski kriterlerle kendimizi kilitlemeden Küba'da birçok şeyin yasak olduğunun farkında olmamız önemlidir ve ben bu yasakları kendi gözlerimle gördüm. İşte Küba'nın yasakları:

• Sömürgeci ülkelerin bayraklarının yakılması yasak; çünkü onlar yöneticileri değil o ülkenin halklarını temsil ediyor.

• Karalamacılardan bile olsa birisinin ölümüne sevinmek yasak; çünkü ailesinin acısına saygı duyulur.

• Birilerinin karşısında diz çökmek yasak.

• Onuru kaybetmek yasak.

• Gerçekten özgür olmanın gücünü kaybetmek yasak.

• Tartışmasız bir kahraman olan Fidel Castro'nun heykelini yapmak veya adına anıtlar dikmek yasak. Ona tapmak yasak. (O yaptığı işleri insanlığın çıkarı için yaptığını, kişisel olarak çıkar sağlamak veya yücelmek için yapmadığını söyler.)

• Zaten hak olan bir şey için yalvarmak, dilemek onu bir mükâfat gibi görmek yasak.

• Tarihsel düşmanların özel hayatından konuşmak yasak. Bu

yüzden meşhur 'Clinton ve Monica Lewinsky' meselesi hakkında bir tek Kübalının bile konuştuğu duyulmadı.

• Halkın iktidarına ve yaşayış şekline karşı işler çevirmek veya ona karşı çalışmak yasak.

• Cehalet, marjinallik ve kültürel yozlaşma yasak.

• Çocukların, kaderine terk edilmiş bir şekilde sokaklarda uyuması yasak.

• Az sayıda zenginin çok varlığının olması ve çok sayıda insanın az varlığının olmasını oluşturacak durumlara devletin göz yumması yasak.

• Dünya üzerinde herhangi bir yerde üniversite okuma şansı olmayan gençlerin, hayallerine ulaşmak için ne yapacağını bilmeden çaresiz kalması yasak.

• Muayene ve ameliyat parası olanağından yoksun olduğu için doktora gitme imkânını kaybetmiş insanların olması yasak.

• Beslenmede yetersiz düzeyin varlığı yasak.

• Çocuk ölümlerinin olması yasak.

• Dayanışma eksikliği ve duyarsızlık yasak.

• İnsanların topluma karşı sevgi ve saygı duymaması yasak.

• Dayanışma ihtiyacı olanlarla dayanışma eksikliği yasak.

• İkiyüzlülük yasak.

• Başkalarının alınteriyle birkaç kişinin zenginleşmesi yasak... Ve yasaklar listesi böyle devam edip gidiyor, ama buraya kadar açıkladığımız listeye bakarak dört rüzgâra, Evet Küba'da birçok şey yasak! diye bağırmaktan korkmamıza gerek olmadığı da açıktır!..

Cubadebate.cu sitesindeki ispanyolca orijinalinden Ercan Bayraz tarafından çevrildi.

Devamını oku...

Kübalı nüfus ülkeden mi kaçıyor?

28 Kasım 2008 Cuma

Kübalı göçü, Küba'ya karşı kullanılan haber ve bilgi maniplasyonunun temel ayaklarından birini oluşturur.
Büyük medya tekellerine göre, ABD'ye girmeye çalışan, Meksika'nın “ ıslak sırtlılar ”ı*, Dominik Cumhuriyeti'nin ve Haiti'nin “ balsa ”** cıları Amerikan rüyasını aramaya çıkmış ekonomik göçmenlerdir. Ama Kübalı göçmenler söz konusu olunca durum değişir, onlara göre Kübalı göçmenler “Fidel rejimi” denilen bir şeyden kaçan sürgünlerdir. Birinci gruba giren ülkelerin göç vakalarından bahsedilirken, birçok dramatik olaya sebep olarak, ülkenin mevcut ekonomik yapısından –Latin Amerika kapitalizmi- veya ülkenin başkanlarından söz bile edilmezken sıra Küba'ya geldiğinde bu değişir, göçün sorumlusu olarak başkanın adı ve ülkenin mevcut ekonomik sistemi -Küba sosyalizmi- sistematik olarak zikredilir.

Bütün bunların arkasında, büyük medya tarafından, sistematik olarak gizlenen birkaç neden yatmaktadır.

Birincisi; Güncel Kübalı göçünün altında yatan sebepler sistematik olarak gizlenir ki bu sebepler politik değil neredeyse tamamıyla ekonomik sebeplerdir. Ekonomik sebepleri oluşturan üç neden sürekli karanlığa gömülmek istenir

Bir ; Küba yakın coğrafyasında bulunan birçok ülkeyle aynı kaderi paylaşan, fakir ve üçüncü dünya olarak adlandırılan ülkelerden biridir.

İki; Küba'nın üzerinde, ekonomik büyümesini sınırlayan ve onu uluslararası kredilere mecbur bırakmaya yönelik ABD kökenli zalim bir ambargo vardır.

Üç; 1991 yılında batı Avrupalı ticaret ortaklıklarını kaybetmesinin üzerine Küba bölgede benzeri görülmemiş bir ekonomik kriz yaşamıştır.

İkincisi; Kübalı göçünü, Küba'ya karşı bir politik savaş silahına dönüştüren ABD'nin göçmen politikası gizlenir. Bu iki aşamalı (ve ikiyüzlü) bir plandır.

Bir taraftan, ABD'ye seyahat etmenin en sağlıklı ve yasal yolu olan ve Küba'dan ABD'ye giden bütün göçmenlerin almak için başvurduğu vize reddedilirken diğer taraftan, 1966 yılında çıkarılmış olan Ley de Ajuste Cubano yasası ile Latin Amerika'nın diğer bütün ülkelerinden gelen göçmenlerle Kübalı göçmenler arasında bir ayrımcılık yapılarak, herhangi bir yolla ülkeye girmiş Kübalılara ABD'de yaşama ve birçok avantaj tanınarak ABD'ye illegal Kübalı göçü teşvik edilir.

Üçüncüsü ; Bölgenin toplamından ABD'ye yapılan göçlerin toplamına oranla Küba'nın diğer ülkelerden daha az göç vermiş olduğu gizlenir. Örneğin 2003 yılında Küba'dan ABD ye göç etmiş olan 9,304 kişi toplam Latin Amerika ülkelerinden yapılan göçün yüzde 10'unu oluşturmaktadır. Aynı yıl içinde 9.700.000 nüfusuyla Küba'dan iki kere daha az kalabalık olan El Salvador'dan, ABD'ye Küba'nın üç katı göçmen gitmiştir. Ama bu durum karşısında hiçbir medya organı çıkıp El Salvador'un baskıcı sistemini veya göçün sorumlusu olarak ülke başkanını işaret etmez. El Salvador bir ambargonun baskısı altında değildir, Kuzey Amerika'dan sayısız yatırımlar yapılan El Salvador aynı zamanda uluslararası finans kuruluşlarından yüksek rakamlı krediler alır. Aynı zamanda El Salvadorluların ABD sınırını geçmesini teşvik edecek hiçbir Amerikan yasası da yoktur! Küba'nın ekonomik, politik ve göçmen kanunları açısından yaşadığı ABD saldırılarını bu küçük orta Amerika ülkesi (El Salvador) veya herhangi bir Latin Amerika ülkesi yaşasaydı verecekleri göçün boyutları ne olurdu acaba?!

Çevirmenin Notları:

* ıslak sırtlı : Meksikalı kaçak göçmenlerin nehirlerden geçerken ıslanmasına gönderme yapılarak göçmenlere konulan ironik bir yakıştırma

** balsa: Haitili ve Dominik Cumhuriyetli kaçak göçmenlerin nehirleri geçmek için kullandıkları bir tür sal. Bunu kullanarak göç edenlere balsero: balsacı deniliyor

Cubainformacion.tv adresindeki İspanyolca orjinalinden Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

Venezüella'da Chavez'den önce ne vardı?

1958 yılının sonuna doğru Marcos Pérez Jiménez diktatörlüğünün yıkılmasından, 1998 yılında Hugo Chavez'in başkanlık seçimlerini kazanarak
iktidara gelmesine kadar geçen süreçte, Acción Democrática (demokratik hareket, İspanyolca kısaltması AD) ve Hıristiyan demokratların partisi COPEI, partilerinin iktidarda oldukları bir "demokratik" süreç yaşanmış! Hugo Chavez karşıtları bu süreci, Latin Amerika'da demokrasinin bir örneği olarak yansıtmak istiyorlar.

Bu süreçte gerçekleşen bazı olayları hatırlatmak iyi olacak.

Carupanazo Katliamı: 3 Mayıs 1962, Carúpano şehri, Sucre bölgesi. Rómulo Betancourt'un başkanlık dönemi (AD). Ulusal muhafızların 77. taburunda ve 3. piyade taburunda bir isyan başlar. Ordu müdahalede bulunur. Sonuç; 2.000 ölü ve binden fazla tutuklu. Bütün anayasal haklar iptal edilir. Venezüella Komünist Partisi ve MİR (Movimiento de İzquierda Revolucion- Devrimci Sol Hareket) ayaklanmayı kışkırtmakla suçlanır, her iki parti de illegal ilan edilir ve yöneticileri tutuklanır.

Porteñazo Katliamı: 2 Haziran 1962, Puerto Cabello, Carabobo bölgesi. Askeri üste ve şehrin bazı bölgelerinde ayaklanma başlar. Ordu müdahale eder, sonuç: 400 ölü 700 yaralıdır.

Barcelonazo Katliamı: 5 Mart 1960 yılında Barcelona şehrinde (Venezüella'nın doğusunda bir şehir ismi) Rómulo Betancourt yönetimine karşı bir ayaklanma başlar. Gözaltına alınanlardan 21 kişi öldürülür.

Cantaura Katliamı: 4 Ekim 1982, Cantaura'da, Anzoátegui bölgesi. COPEI'den Luis Herrera Campins'in başkanlık dönemi. Genelde Venezüella Merkez Üniversitesi öğrencilerinden oluşan, Americo Silva Cephesi'nden öğrencilerin bir toplantısı sırasında Venezüella Hava Kuvvetleri'ne bağlı dört uçaktan toplantı bölgesine 17 bomba atılır, bir taraftan da ordudan 1500 kişilik bir grup, Ulusal Muhafızlar ve DISIP ( polis istihbarat teşkilatı) bölgeye ilerler. Bombardımandan sonra yaralılar infaz edilir. Sonuç: 23 silahsız insanın öldürülmesidir.

Yumare Katliamı: 1986 yılı, 8 Mayıs günü. Yaracuy bölgesi, AD'den Jaime Lusinchi'nin başkanlık dönemi. Gerilla olmakla suçlanan 9 demokrasi savaşçısına işkence edildi, vücutları kesildi ve infaz edildiler. Bugünkü güvenlik şefi Manuel Rosales (2006'da muhaliflerin de adayıydı) ve Henry López Sisco bu olayın direkt olarak sorumlularındandır.

Amparo Katliamı: 29 Ekim 1988, Apure bölgesi, yine AD'den Jaime Lusinchi'nin başkanlık dönemi. Los Colorados kanalında gerilla olmakla suçlanan 15 balıkçı öldürülür.

Caracazo katliamı: 27 Şubat 1989 yılı Caracas şehri. Carlos Andrés Pérez (AD) başkanlık dönemi. IMF'nin uyguladığı "ekonomik paket" diye adlandırılan bir programın bir parçası olarak ulaşım/taşıma giderlerinin artması sosyal bir ayaklanmaya sebep olur. Carlos Andrés Pérez (Felipe Gonzales ve İspanya kralıyla arası iyi olan başkanlardan biridir) orduya müdahale emri verir. Resmi rakamlarda ölü sayısı 400-2500 arasında değişir. Şiddet özellikle Barrio'larda yoğunlaşmıştır ve bazı resmi olmayan kaynaklar 10.000 ölüden bahsetmektedir.

1985 ile 1998 yılı arasında gerçekleşen katliamların sadece birkaçını hatırlattık. Aynı zamanda, katledilmiş veya kaybetme saldırısına maruz kalmış bazı kişileri ve hareket liderlerini de hatırlamak gerekiyor:

Livia Gouverneur: Katledildi. Komünist Gençlik militanıydı. Cinayet ülke çapında protesto dalgalarına sebep oldu.

Víctor Ramón Soto Rojas: Kaybedildi. MIR (Devrimci Sol Hareketi) yöneticilerinden biriydi.

Fabricio Ojeda: Katledildi. Demokratik Cumhuriyetçiler Birliği yöneticisi, gazeteci ve temsilciydi.

Alberto Lovera: Katledildi. Venezüella Komünist Partisi yöneticisiydi.

Noel Rodríguez: Katledildi. Ulusal Sosyalist Ligi yöneticisiydi

Jorge Rodríguez: Katledildi. Ulusal Sosyalist Ligi yöneticisi, öğrenci hareketi üyesiydi. Bugün devlet başkan yardımcısı olan Jorge Rodríguez'in babasıydı.

Liste böyle uzayıp gidiyor. Bahsi geçen dönemde kaç kişinin öldürüldüğünü veya kaybedildiğini hesaplamak neredeyse imkansız; her halükarda bu sayı birkaç bine ulaşıyor. Eğer Venezüellalı muhalifler bu dönemi bir demokrasi olarak görüyor ve özlüyorlarsa, onlar hakkında, en azından, çok kötü hafızaya sahip olmalılar, diyebiliriz.

Rebelion.org'daki İspanyolca orjinalinden Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

Oaxaca'dan gelen yol - Mumia Abu-Jamal

Birkaç haftadır binlerce insandan oluşan koca bir sütun tozlu yollardan sürüklenerek Meksika'nın güney şehrinden başkent Mexico'ya doğru gidiyor
800 km'lik yol, demokrasiyle dayanışmak ve hileli seçimlerle iş başına geçen yöneticileri görevinden uzaklaştırmak için. Kadın ve erkek yürüyüşçüler, öğretmenlerden, öğrencilerden ve köylülerden oluşan rengarenk kalabalık, dağlardan ve vadilerden aşıp, dinmeyen yağmurların altında, yakıcı güneşte ve içe işleyen rüzgarda zorlu yollarına devam ettiler. Taleplerini federal yönetim makamına taşımak için 19 gün boyunca yürüdüler.

Oaxaca Halk Meclisi (APPO) isimli grup, halkın iradesinin duyulması yönündeki istekleri ve ısrarlı, kararlı tutumuyla Meksika'yı salladı. Birkaç haftadır Oaxaca'da olanlar hakkında yazılanları okuyorum ve her okuduğumda aklıma 2000 ve 2004'te yapılan hileli seçimleri uysalca, bıçağa boynunu uzatan kurbanlık koçlar gibi, kabul eden, Birleşik Devletliler geliyor. 2000 yılında Florida'da ve 2004 yılında Ohio'da yapılan hileli seçimler boyunca yalın demokrasi fikrine bir darbe vurdular ve seçim mahkemelerinde milyonların inancını kırdılar.

Oaxaca halkı sadece doğal şartlara değil, politikacılardan devletin terör aygıtlarına kadar (polis tecavüzleri ve asker ) karşı koyarak gerçek bir demokrasinin halk için ne kadar derin bir öneme sahip olduğunu göstermiş oldu.

APPO'nun çabalarının bir sonucu olarak, demokrasinin inşası ve Oaxaca yöneticisi Ulises Ruiz'in istifası koşulsuz talebiyle yükselen ani geniş direniş, Başkentte ve ülkenin diğer yerlerinde ulusal bir kriz yaratıyor. Kriz, halkın başarısının iki, üç Oaxaca anlamına geleceğinden korktukları için, ülkenin neredeyse tüm politik partilerinin halkı susturmak, taleplerini değiştirmeye zorlamak ve korkutmak için elinden geleni yaptığı bir süreçte ortaya çıkıyor.

Oaxaca ülkenin en yoksul ve yerli nüfusunun en yoğun olduğu kentlerinden birisi, bu Meksika'nın güney sınırlarından çok uzaklarda yaşayanlar için bir ilham. Mevcut Oaxaca direnişi, haziran ayındaki öğretmenler sendikasının yaptığı greve Ruiz tarafından uygulanan düzenli baskının bir cevabı olarak doğdu. Kadın ve erkek öğretmenler dalgaların şiddetine karşı koydular ve birkaç gün sonra öğretmen sendikasıyla dayanışmak adına 300 binden fazla insanın katılım gösterdiği geniş bir yürüyüş düzenlendi. Bu geniş katılımlı ve büyük dayanışmadan APPO doğdu, halk meclisi.

Meksika'da devam eden kriz diğer toplumsal güçleri APPO'nun radikal çabalarıyla ortak hareket etmeye yönlendirebilir veya , diğer yandan, devletin tiran aygıtlarının tehdit ve terörünün de kapısını açabilir. Açık konuşursak, baskıya karşı başlayan bu direniş daha büyük bir baskıyla bitirilebilir. Ama bu olmayacak, son bu olamazdı da! APPO'ya kaynak veren güçler, diğer eyalet ve devletlerde, işçilerin ve yoksulların küreselleşme güçlerine direndikleri bir anda, alttan alta birlikte kaynadılar.

Yoksullara kötü davranıldığında ve işçilere hakları verilmediğinde direnişin şartları oluşmuştur. Devlet kaba kuvvetini kullanabilir hem de çok sert bir şekilde kullanabilir ama böyle bir çözüm denemesi daha derin ve geniş direnişleri doğurabilir. Oaxaca örneği rüzgarla yayılır, Meksikalı yerli ve halk direnişleri örnekleri gibi, APPO gibi, Zapatistalar gibi, ve Latin Amerika'nın çeşitli yerlerindeki direnişler de yayılırlar. Oaxaca halkıyla dayanışmak gerekiyor, ama sadece sözle değil, benzer direniş örneklerini dünyanın diğer yerlerinde, en başta da Birleşik Devletlerde örerek.

Ölüm koridorundan, ben Mumia Abu-Jamal


Rebelion.org'daki İspanyolcasından Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

Yatıştırıcı verip Irak'a gönderdiler

Irak'taki beşinci gününde çıktığı ilk görevinde isabet eden bir kurşun sonucu belden aşağısı felçli kaldı.
Olayın üzerinden geçen 3 yıldan sonra, Tomas Young askerlerin evlerine dönmesini isteyerek ve bugün, Toronto sinema festivalinde, gösterime girilecek belgesel filmi "Body of War"daki kendi hikayesini anlatarak Amerika'yı dolaşıyor. Tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkum edilmiş, 24 yaşındaki bu emektar asker; "Bin Ladin, Bush'a, ulusal güvenliği zayıflattığı için teşekkür edecek" diyor ve ekliyor "Irak'taki 160,000 askerimizle daha önce hiç olmadığımız kadar kolay bir
hedefiz."

Noelia Sastre: Askere 11 Eylül saldırısından iki gün sonra kaydını yaptırmıştın. O anda ne düşünüyordun?

Tomas Young: Televizyondan Bush'un, ikiz kulelerin enkazı üzerine konuştuğunu gördüm ve o an "bunu yapanların bulunup yargı önüne taşınması" gibi büyük bir yalana kandım.

Irak'taki beşinci gününde yaralandın. Böyle bir şeye nasıl tahammül ettin?

Yaralandığımı hissettiğim zaman bir daha yürüyemeyeceğimi zaten tahmin etmiştim, bu yüzden doktor bu tahminimi doğruladığında göz yaşlarına boğulmadım. İlk olarak hayatımın bundan sonrasını nasıl geçireceğimi araştırmaya ağırlık verdim.

Yeni hayatın nasıl?

Bazen bir tabutla dönmüş olsaydım daha iyi olurdu diyorum. Ama yaşıyordum, böylece kendi hayatımın ve diğer askerlerin hayatının daha iyileşmesi için bir şeyler yapmaya karar verdim. Sağlık olarak iyi değilim. Sürekli titremeli spazmlar geçiriyorum. Sakatların hiçbir şey hissetmediklerini zannederdim ama şimdi biliyorum ki iyi olan hiçbir şeyi hissedemiyorlar. Annemin yardımları inanılmazdı. Evliliğim bitmişti ama o parçaları toplamak için oradaydı.

Senin hikayen oldukça hareketli. Ve çok da cesur, çünkü belgeselin senin cinsel problemlerine kadar her şeyi kapsıyor. Bunu anlatmaya neden karar verdin?

11 Eylül saldırılarında 19 terörist rol almıştı. Pilotlar Libyalı,
Mısırlı ve Pakistanlıydılar. Geriye kalanlar Suudi Arabistanlıydı. Ben askere sorumluları bulmak için kaydoldum, ama sonra kuşku duymaya başladım. İlginçtir, feshetme yetkin olmayan bir kontrat imzalıyorsun ama ordu gerekli gördüğü durumlarda kontratın süresini uzatabiliyor, Irak'a gidemeyecektim bu yüzden doktora gidip, depresyon yaşadığımı ve bana sakinleştirici ilaçlardan bir reçete yazmasını istedim. Bunun için önce papaz'ı görmem gerekti; papaz'ın bana dediği şuydu: "Iraklıları öldürmeye başlayınca kendini daha iyi hissetmeye başlayacaksın". Böylece bana Prozac verdiler ve Irak'a yolladılar. Yaralı düştükten birkaç gün sona televizyonda, Temsilciler Meclisi'nin 82,000 milyon dolarlık bir bütçeyi savaşa ayırmak üzerine tartıştıklarını gördüm. Coloradolu demokrat bir üye 2,000 milyon doların, koşullarının düzeltilmesi için, askerlerin tedavi edildiği hastanelere ayrılmasını önerdi, ama bir kişi haricinde bütün cumhuriyetçi üyeler buna karşı oy verdi. Bu beni çok kızdırdı. Diğer Irak savaş gazileri ve Irak'ta görev yapmış, savaş karşıtı eski askerlerle bir araya geldim, kendimi ifade etmeye başladım ve bu benim için her şeyden daha ateşleyici bir şey oldu.

Body of war'da vermek istediğin mesaj ne?

Belgeseli izleyen insanların bilmesini istediğim şey şu; askere yazılan insanlar bunu ölebileceklerini bilerek yapıyorlar, ama hiçbiri eve döndükten sonra başka mücadelelerle dolu yeni bir hayata hazır değil.

Kardeşin iki hafta içinde Irak'a, ikinci kez gidecek.

Evet. İlk defa Irak'a gittiğinde ben hastanedeydim ve o intikam alacak birilerinin arayışındaydı. Ama gördüklerinden sonra o da kuşkulandı bazı şeylerden. Yaptığı şeye artık inanmasa da kontrattaki zorunluluğunu yerine getirmek için çalıştığından onunla gurur duyuyorum.

Irak'taki birlikler sence ne zaman dönerler?

Bush'un planlarına göre, bir sonraki başkan onları orada tutmaya devam edecek. Çok zaman geçecek. Bush şu anda kendi hakkında insanların ne düşündüğünü önemsemiyor, o zannediyor ki böyle devam ederse gelecekte onu büyük bir başkan olarak anacaklar. Ama o hiçbir savaşa kendisi gitmedi.

100 senatörden 77'si savaştan yana oy kullandılar. Vietnam'daki hatayı neden tekrarlamış olabilirler?

Bu bir talihsizlikti, sadece 23 senatör anayasanın onlara verdiği güce inandılar. Geri kalanlar oylarıyla Bush'un savaş ilan etmesine destek verdiler. İlk başlarda, birçok demokrat üye Irak ile Vietnam'ı birbirine benzettiler ama cumhuriyetçilere göre böyle bir karşılaştırma mantıksızdı. Bush diyor ki bizim Vietnam'da uzun süre kalmak gibi bir amacımız yoktu. 12 yıl ve 58,000 ölü yeterli değil miydi? Bizi kandırdı ve şimdi kaybettiklerimizin anısına orada kalmamız gerekecek, ama kayıplar da durmadan artıyor. Şimdiye kadar 3,000 amerikan askeri ve 664,000 Iraklı öldü.

İkinci bir 11 Eylül vakası olsaydı askere yine askere kaydolur muydun?

Beklerdim. Eğer bize gerçekten kimin saldırdığını bilirsek ve başkan gerçek sorumluların üzerine bizi yollarsa kuşkusuz kaydolurdum. Ama bizi saldırıyla hiçbir alakası olmayan bir ülkeye yollamaya kalkarsa o zaman o savaşa karşı mücadeleye katılırdım.

Rebelion.org'daki İspanyolcasından Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

Gustav Kasırgası, ABD - KÜBA

Gustav kasırgası Karayiplerde 85 ölü ve gerçekleri göz önüne seren bir not bırakt ı: ölenlerin arasında hiç Küba'lı yoktu.
Eğer tarih bunun başkasını gerçekleştirseydi ellerini ovuşturmaya başlayacak olan batı medyası bu gerçeği yutmak, gözardı etmek zorunda kaldı. Ellerini ovuşturmak için daha çok beklemeleri gerekecek.

Gustav Küba topraklarına 30 Agustos günü saatte 240 km hızla eserek yani Saffir- Simpson Kasırga Ölçeğine* göre 4 şiddetinde girdi. En fazla Pinar del Rio bölgesini etkiledi. Adadaki güzergahı boyunca kasırga, ciddi olmamak üzere 18 kişinin yaralanmasına ve 90,000 evin hasar görmesine yol açtı. Hasarların hepsi giderilecek.

Gustav Birleşik Devletler Topraklarına 1 Eylül Pazartesi günü New Orleansın Batısından Meksika körfezi sahilinden, Saffir- Simpson Kasırga Ölçeğine 2 şiddetinde, yani Kübayı vurduğunun yarı şid detinde girdi ama en az 7 ölü ve evlerin yıkılması, kullanılamaz hale gelmesi vs gibi durumlardan etkilenen 80.000 mağdur bıraktı. (üstelik elektrikler tamamen kesildi). Mülk sahipleri kendi zararlarını kendi yöntemleriyle halletmek zorunda kalacaklar. Güvenlikten yoksun olanlara çok yazık..

Hugo Chavez, kasırganın gelişinden bir kaç saat önce Beyaz Saray ı 2005 yılında Katrina kasırgası sırasında yaşananların tekrarlanmaması için, insanları daha güvenli olacakları bir şekilde kasırgaya karşı koruması iç in uyardı. En azından bu defa Katrinadaki gibi bir etnik temizlik yaşanmadı (Katrinada ölenlerin çoğ Negroydu), ama yine de ölümlerin gerçekleşmiş olması Washingtonun, Venezuelalı devlet adamının öğüdünü pek de dikkate almadığının kanıtıdır.

İnsan hayatına paha biçilemeyeceğini, ve can kaybının diğer bütün kayıpların üstünde olduğunu da dikkate alındığında, aşağıdaki rakamların bize çok şey anlattığını görürüz.

Gustav, Kasırga Kübayı 4 şiddetinde vurdu, yoksul ve gelişmemiş bu ülkede hiç kimse ölm edi.

Gustav, Kasırga ABD yi 2 şiddetinde vurdu ve dünyanın en güçlü ülkesinde 7 kişiyi öldürdü.

Kim yurttaşları arasında ayrım yapmadan hepsi için endişeleniyor?


Rebelion.org'daki İspanyolca orjinalinden Ercan Bayraz tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

Fidelin Ayrılışı

Fidelin başkanlığı bıraktığı yayıldığında, Fidel karşıtı sürgün kübalı hareketlerinin merkezi olan Florida, Miami, Küçük Havana'da iğrenç kutlamalar başladı.
Aynı şekilde 2006 yılında Fidel hastaneye kaldırıldığında da sevinmişlerdi, şimdi de görevden ayrılmasını kutluyorlar.

Ama, Fidel'in Küba devletinin başkanı olarak geçirdiği neredeyse 50 yıl, sadece Küba'da değil aynı anda bütün Latin Amerika ve bütün dünyaya derin izler ve sağlam kökler bıraktı. Zira Fidel başkanlığı bıraktı, ama neredeyse yarım düzinekadar, ideolojik oğlu ve kızı, Latin Amerika toprakları boyunca iktidardalar.Bazıları sadece ismen sosyalist ama tamamen milliyetçi olsalar da hemen hepsi Küba Devriminden esinlenmiştir.
Bazıları, örneğin Hugo Chavez gibi, ABD nin İMF ve Dünya Bankası aracılığıyla iç işlere karışmasına acıktan karşı çıkıp kıtasal ve enternasyonal bir perspektif açtılar ve yine büyük çoğunluğu Küba'nın sağlam ve inatçı örneğinden feyz alarak, ABD tarafından desteklenen generallerce, kurulan baskıcı, zalim yönetimlerden uzaklaştılar. Demokrat ve popülist solcu yönetim şeklini tercih ettiler ve bu demokrat şve popülist solcu hükümetlerce de desteklendi...

Eğitim alanında Küba örnek teşkil edecek bir düzeye ulaşmıştır. Orta Amerika ve Güney Amerika'da okur yazarlık oranı 86,4 civarındadır. Küba'da ise bu oran % 98 dir. Sosyalist sistem altında Küba'da eğitim tamamen özgürdür. Gerçekte, Küba okulları, özellikle de yüksek öğrenim ve tıp alanında, dünya çapında binlerce öğrenci tarafından tercih edilen okullardır. Bütün bu eğitim bedava! Castro'nun devraldığı ülke bu kadar yüksek bir okur-yazar oranına sahip değildi. Gerçekte, 1961 yılında, genelde kırsal alanlarda yaşayanlar olmak üzere, 1 Milyondan fazla kübalı okuma yazmadan yoksundu. Devrimden sonra 10 yaşının üzerinde 100,000 den fazla çocuk gönüllü olarak 'eğitim taburları'nda görev aldı ve yoksullarla köylülere okuma yazma öğretmek için ülkenin dört bir yanına dağıldılar. Bu adamlardan birisi, Juan Martinez, hayatının ilk cümlelerinden birini şöyle yazmıştı: ' okuma yazma öğrenene kadar kendimi hiç gerçekten Kübalı gibi hissetmemiştim'

Dış ilişkiler alanında, Küba, Güney Afrika'nın ırkçı Apartheid rejimine karşı savaş cephesinde, hatrı sayılır bir askeri güç kullandı. Angola Silahlı Kuvvetlerine yardım ederek, Cuite Carnivals denilen bölgede Güney Afrika ordusunu karşıladı ve Güney Afrika ordusuna, bir süre sonra uzun müzakere yolunu açacak olan ve Apartheid rejimini çözülüşe kadar götürecek olan ağır kayıplar verdirdi.

Evet. Castro görevlerini bırakıyor, böyle bir süreç, ABD başkanları için genellikle ahlaksız adayların cebini parayla doldurması anlamına gelir. Ama Fidel Castro, Latin Amerika'ya onurlu bir egemenlik geleneği, eğitim ve sağlık alanında inanlımaz başarılar ve Güney Afrika'nın ırkçı Apartheid rejimlerine karşı devrimci bir direniş örneği bıraktı. Güney Afrika'da barışın ve demokrasiye giden yolda Fidel'in büyük çabaları mevcuttur. İsmi ve örneği, küçük olanın güçlüye karşı ayağa kalkış ve direniş dehası, yüzyıllar boyunca hatırlanacak.


Rebelion.org'daki İspanyolca orjinalinden Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

İşkenceye Yeşil Işık

Bu yıl Evrensel İnsan Hakları Bildirgesinin 60. yıl dönümü. Bildirge Guiness'e göre 330 farklı çeviriyle, dünyanın en fazla diline çevrilen dökümanı.
Ama aynı zamanda dünyanın en az saygı gören dökümanı da yine o.
2009 yılı, 1789 da Fransa Devriminin ortaya çıkardığı İnsan Hakları Bildirisinin 220. yıldönümü olacak.
Demokrasi şövalyesi gibi gezinen ve başka ülkeleri insan haklarına saygı duymamakla suçlayan ABD, 1898-1994 yılları arasında Latin Amerika'da, Brezilyadaki Joao Goulart hükümeti de dâhil, toplam 48 hükümeti zorla devirdi, darbe yaptı. ( Amerika Birleşik Devletlerinde neden hiç devlet darbesi olmaz biliyor musunuz? Çünkü orada hiç ABD büyükelçiliği olmaz da ondan
11 Eylülden sonra Bush hükümeti adam kaçırmalara ve gizli uçuşlarla götürüldükleri Küba'da hapis olarak kalacakları yer olan Guantanamo üssüne götürülen terör şüphelilerine işkence yapılmasına izin verdi.
Guantanamo üssü 1989 yılında Küba ve ABD arasındaki savaşlar sırasında Amerikan birliklerince işgal edildi.
Guantanamo 1903 yılında yıllık 5000 doların biraz üstünde bir parayla ABD ye kiralandı (Devrim öncesi hükümetlerin işbirlikçiliği; Ç.N.*) Havana Washington'dan gelen bu ödemeleri kabul etmeyip geri yolluyor. 1934 tarihli bir anlaşmaya göre sadece 116 km2 lik bir bölge iki ülke arasında yapılacak müzakerelerden sonra Kübaya iade edilebilecekti, ama diplomatik ilişkiler 1961 yılında Kennedy hükümetinin, Kübanın yeni, devrimci hükümetini devirmek amacıyla, 10.000 paralı askerlerle yaptığı, başarısız Domuzlar Körfezi çıkarmasından sonra tamamıyla kesildi.
Bu senenin haziran ayına kadar tutsaklar en temel insani haklarından birisi olan ihzar emri hakkı (gözaltındaki kişinin suçunun tespiti için mahkemeye çıkarılmasını temin eden emir) dahil en temel insani haklarından bile yararlanamıyorlardı.
Şans eseri, şimdi Yüksek Mahkeme Guantanamo tutsaklarını yasal belirsizlikten kurtararak Bushu yendi.
2002 yılında CİA danışmanı avukat Jonatham Fredmanın, Pentagona yaptığı, terör şüphelilerine sıcaktan boğulma hissi uyandırma, duygulardan yoksun bırakma, zorla soyma, korktuklarını körükleme gibi işkenceler uygulanması önerisi dönemin Savunma sekreteri Donald Rumsfeld tarafından kabul edildi.
Bir yıl sonra Bağdatdaki Abu Ghraib cezaevinin sorumlu komutanı Janis Karpinski, Rumsfeldin bu özel tekniklere izin verdiğini kabul etti.
2007 Şubatında, dönemin Adalet sekreteri Alberto González, belki Cenevre Konvansiyonu görmezden gelinmiş olabilir (işkenceyi yasaklayan konvansiyon) diye açıklamada bulundu. Ve bu yılın Şubat ayında, Kongreye açıklama yapmaya çağrılan CİA yöneticisi Michael Hayden, boğulma hissi yaratma işkencesinin sadece üç tutsakta uygulanıldığını kabul ederken en küçük bir hazımsızlık belirtisi bile göstermiyordu.
En korkunç ve iğrenç suç sayılmasına rağmen işkence, Brezilyada da, siviller, polisler ve askerler tarafından hala uygulanmaya devam ediyor.
Kendilerine verilen formasyon kurslarında insan hakları üzerine hiç bir şey öğrenmiyorlar mı acaba?


Rebelion.org'daki ispanyolca orjinalinden Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

Kaderin garip tesadüfleri - MAYKEL REYES LEYVA

Biraz garip bir düşünce, haklısınız. Ama bilmiyorum, bazen sizin de aklınızdan, zamanın sonuna kadargeçmişte yaşamış insanların yaptıklarının aynısını tekrar tekrar yaşadığımız geçti mi?
Farklı zaman dilimlerinde değişik insanların kaderleri garip bir şekilde birbirlerine bağlı gibi görünüyor. İki kısa boylu adamın hikayesi bize bu konuda bir örnek olarak hizmet edebilir. İtalyan kökenli Korsikalı Napolyon bonaparte 1760 yılında doğdu. Avusturya kökenli Alman diktatör Adolf Hitler 1889 yılında dünyaya geldi. Aradaki fark 129 yıl. Napolyan iktidara 1804 yılında geçti. Hitler aynı şeyi 1933 yıldında yaptı. Aradaki fark 129 yıl. Napolyon Vienaya 1809 yılında girdi. Hitler 1938 yılında girdi. Aradaki fark 129 yıl. Napolyon Rusyaya 1812 yılında saldırdı. Hitler SSCBye 1941 yılında. Aradaki fark yine 129 yıl. Napolyon savaşı 1816 yılında kaybetti. Hitler 1945 yılında. Aradaki fark 129 yıl. Hepsi bu kadar da değil. Her ikisi de iktidara geldiklerinde 44 yaşındaydı. Her ikisi de Rusyaya saldırdıklarında 52 yaşındaydı ve her ikisi de 56 yaşındayken savaşları kaybetti. Size de garip bir tesadüf gibi gelmiyor mu?
Şimdi de Başkanlığa kadar ulaşmış iki Amerikalıya bakalım. Abraham Lincoln (1809-1965) ve John Fitzgerald Kennedy (1917-1963). Lincoln başkan seçildiğinde 1860 yılıydı. Kenedi 1960 yılında başkan oldu. Aradaki fark 100 yıl. Her ikisi de toplumsal sorunlarla boğuştu ve her ikisi de Cuma günü, eşlerinin önünde suikaste kurban gitti. Her ikisi de kafalarının arka tarafından giren tek kurşunla öldürüldü. Her ikisinden sonra da başkan olanların soyismi Johnsondu, Bu johnsonların her ikisi de demokrattı, güneyliydi ve senetado yer alıyorlardı.
Kuşkusuz bu uzun ve ilginç tesadüfler zincirinin bir başlangıcı. Lincolnden sonra başkan olan Andrew Johnson 1808, Kennedynin halefi olan Lyndon Johnson 1908 de doğmuştu. Aradaki fark 100 yıl. Lincolnü öldüren Lhon Wilkes Booth 1839 yılında doğdu ve Kennedynin katili 1939 yılında. Aradaki fark 100 yıl. Lincolnnün sekreterinin adı Kennedydi ve sekreter Kennedy Başkanın öldürüleceği gün başkana tiyatroya gitmemesini tavsiye etmişti. Kennedynin sekreterinin adı Lincolndü ve sekreter olan Lincoln öldürüleceği gün başkana Dallasa gitmemesi üzerine tavsiyede bulunmuştu.
Lhon Wilkes Booth Lincolnü bir tiyatroda vurdu ve gizlenmek için bir depoya gitti. Lee Harvey Oswald Kennedyi bir depodan kurşunlayarak öldürdü ve bir tiyatroda saklandı
Kennedy ve Lincoln isimleri yedi harflidir. Andrew Johnson ve Lyndon Johnson isimleri 13 harfilidir. Ve katiller Lhon Wilkes Booth ve Lee Harvey Oswaldın isimleri 15 harften oluşur.
1865 yılının başlarında, bir Harvard öğrencisi evine, babasıyla birkaç gün geçirmeyi tasarlayarak evine gidiyordu. Fakat kötü şansı onu Hudson, new jerseyde Jersey City tren istasyonunda yakaladı ve trenin iki vagonunun arasına düştü. Ölebilirdi tren hareket etmeye başlıyordu- ama Filadelfiaya giden bir oyuncu onun hayatını kurtardı. Öğrencinin adı Robert Todd Lincolndü ve oyuncu Edwin Boothtu, birkaç hafta sonra öğrencinin babasını öldürecek olan katilin kardeşiydi o oyuncu.
Ama garip tesadüfler burada son bulmuyor. Bir inanışa göre ABD de, sonu sıfırla biten bir yılda göreve gelen başkanlar görev süreleri içinde ölüyorlar. Matematik şimdiye kadar bu fikri doğrulamış gibi.
William Harrison, 1840 yılında başkan seçildi, 1841 yılında aniden öldü.
Abraham Lincoln, 1860 yılında başkan seçildi ve John W. Booth tarafından bir suikastte öldürüldü.
James Garfield 1880 yılında iktidara geldikten birkaç ay sonra öldürüldü.
William McKinley 1900 yılında seçildi. 1901 yılında Polonyalı bir anarşist onun hayatına son verdi.
Warren Gamaliel Harding 1920 yılında göreve başladı. 1923 yılında garip bir ateşli hastalık sonucu öldü. Nazi almanyasının teslim olmasından üç ay önce öldü.
Franklin Delano Roosevelt, 1940 yılında üçüncü kez başkanlık görevine geldi.
John Fitzgerald Kennedy 1960 yılında seçildi. Hayatına 1963 yılında bir kurşun son verdi.
Ronald Reagan, 1980 yılında seçildi. Halka açık bir binaya girdiği sırada kurşunlandı. Mucize eseri, Hollywood filmlerindeki sahneler gibi, hayatta kalmayı başardı.
George W. Bush 2000 yılında ABD başkanlığına geldi. Hileli bir seçim sayesinde iktidara geçen bu adama, şimdiye kadar bir şey olmamış olması garip değil mi?


www.granma.cubaweb.cu adresindeki İspanyolca orjinalinden Ercan BAYRAZ tarafından çevrilmişti

Devamını oku...

RCTVnin Kapatılması Hakkında Yedi Gerçek - Alfonso Gumucio D.

Amerikan haber ajanslarından biri olan Associated Press (AP) bir haberinde şöyle yazdı:
"Caracaslı üniversite öğrenci grupları baskıları kınamak, ifade özgürlüğü ve fikirsel çeşitlilik için barışçı yürüyüşler gerçekleştirmeye başladı."

Kuşkusuz bu haber birçok gazetede yayınlandı. Haberin birlikte yayınlandığı fotoğraflardan eylemlerin pek de barışçıl olmadığı ve şiddetin eylemciler tarafından provoke edildiği anlaşılıyordu. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kökenli haber kaynakları Venezüella'da yönetimi yerinden etmek için oynanan güncel oyunun bir parçası durumunda.

Venezüella'yı ve dünyayı ikiye bölen RCTV'nin kapatılması konusunda saflar net: Chavez'i destekleyenler ve ona karşı olanlar. Politik çıkarların ve herhangi bir ideolojik tercihin sınırları dışında aslında RCTV konusu oldukça nettir ve birazdan sıralayacağımız sebeplerin oldukça geçerli olduklarını herkes cesaretle kabul etmelidir.

Birincisi, elektromanyetik spektrum doğal bir kaynak ve bir milli varlıktır; hiçbir hükümet tarafından satılamaz, özelleştirilemez. Sadece belirli şartlar altında kamu hizmeti için bir dönemliğine kiralanır.

Bütün Avrupa ülkelerinde Kuzey Amerika'da ve Güney Amerika'da özel yayın lisansları dönemsel olarak verilir, normal olanı budur. Kalıcı lisans yoktur. Hatta Meksika'da ulusal adalet mahkemelerinin son dönemde aldıkları bir karara göre lisansların otomatik olarak yenilenmesi de yasadışıdır. Aynen devamcısı olduğu eski TV yasasında olduğu gibi ve bu konu bugünlerde Meksika'da da tartışılıyor.

İkincisi, Venezüella devleti yasaya uygun davranmış ve 20 yıllık dönemler halinde verilen izin süresinin dolmasından sonra RCTV'ye, işlediği suçlar serisi dolayısıyla yeni lisans vermemiştir.

Bu alan RCTV'nin sorumluluğunda değil, tersine, halkın temsilcisi olan Venezüella yönetiminin sorumluluğundadır. Telsiz elektronik (radioelectric) alanın yöneticisi olarak devlet, lisansları yenileme veya yenilememe hakkını elinde tutar. Bu bütün ülkelerin yasalarında ve politikalarında böyledir, uluslararası normlar da bunun aksi değildir.

Üçüncüsü, RCTV demokratik Venezüella yönetimine karşı yapılan darbeye aktif olarak açıkça ve yüzsüzce katılmıştır. Bunu görmek için o günkü yayınlarına şöyle bir bakmak yeterlidir.

Hiçbir demokratik yönetim Venezüella yönetimi kadar toleranslı davranamazdı. Bir televizyon kanalı düşünün ki darbecileri kutlasın ve darbeciler o kanala darbe yapmaları için kendilerine verdiği destekten dolayı teşekkür etsin. Böylesi bir durum ABD'nin 1960-1970'li yıllarda Latin Amerika'nın tümünde, konsolosluklarının doğrudan yönetimi ve desteğiyle askeri darbeler gerçekleştirdiği dönemlerden beri görülmüş bir şey değil. ABD'de herhangi bir medya kuruluşu başkana karşı anayasaya karşı bir harekete sadece bir gün destek verse ne olurdu acaba. Bu, en basit anlamıyla, düşünülecek şey değil.

Dördüncüsü, RCTV, özellikle yayınını sürdürdüğü son üç yıl boyunca, açık bir biçimde, petrol üretimini sabote etmeye, referandumları karalamaya ve sistematik olarak yaptığı yayınlarıyla, sekiz kez art arda demokratik biçimde halkın oylarıyla seçilmiş [Chavez] yönetimini devirmeye çalışıyor.

Venezüella başkanı Chavez'in RCTV de düzenli olarak aşağılanması ve üretim araçlarını sabotaja yönelik çalışmaları herhangi bir "demokratik" ülkede düşünülemezdi bile. CNN, Irak Savaşı konusunda kandırıldıkları için, halkın George Bush'a karşı ayaklanması için çağrılar yapsa ne olurdu acaba? Veya ABC kanalı ABD'deki sanayi işçilerini, işyerinizde sabotajlar yapın diye kışkırtsaydı ne olurdu acaba?

Beşincisi, RCTV'nin kapanmasıyla Venezüella'da haber kaynaklarının tekseslileştirildiği doğru değildir. Venezüella'da medya çeşitliliği Latin Amerika'nın diğer ülkelerine oranla daha gelişkindir: özel ticari medya -ki kanalların çoğunluğunu oluşturuyorlar-, devlet medyası, kamu hizmeti kanalı (TVes) ve cemaat medyaları.

Venezüella'da medya çeşitliliğinin, sadece ticari kanalların baskın olduğu ve alternatif medyanın varlıklarıyla yoklukları anlaşılmayacak kadar marjinalleşmiş olduğu ABD'den daha ileri olduğunu işaret etmek gerekiyor. Bütün hakim ticari medya araçları, büyük gazeteler, büyük TV kanalları, New York ve Washington'un "saygın" gazeteleri Irak Savaşını haklı çıkarmak için ABD yönetiminin söylediği bütün yalanları koro halinde tekrarladılar. Artık iş işten geçtikten sonra biraz uzaklaşmaya çalışıyorlar bundan.

Altıncısı, medyanın tamamen özelleştirildiği, radyoların sansürlendiği ülkelerin Venezüella'yı eleştirmesi tamamıyla yüzsüzce ve ironiktir.

Kongre üyelerinin Venezüella yönetimini bu konuda eleştirdiği Brezilya'da her hafta radyolar polis baskısıyla kapatılıyor, araçlarına el konuluyor ve yöneticileri hapse atılıyor. Skandallar ve yolsuzluklar içinde debelenip duran Brezilyalı parlamenterler hangi yüzle çıkıp ifade özgürlüğünden bahsediyorlar acaba! Guatemala'da yerli radyoları kapatılıyor, Şili'de yerli radyolarının sadece 1 km kapsamlık yayın yapmalarına izin veriliyor, başka birçok ülkede yine çeşitli yol ve tarzlarda bastırılıp, susturulan medya örnekleri var. Peki CNN bunlardan bahsediyor mu? Bu olaylar Küresel Radyo Yayıncıları Derneği (AMARC) raporlarına göre her gün yaşanıyor. CNN bunlardan neden bahsetmiyor?

Yedincisi, CNN ve AP tarafından başı çekilen dezenformasyon, yüzsüzce ve kötü niyetliydi. CNN Meksika'dan bir yürüyüşün görüntülerini Venezüella'dan Chavez karşıtı yürüyüşün görüntüleri gibi yayınladı. Sonra "hata" sebebiyle özür dilediler ama zaten yeteri kadar zarar vermişlerdi. Üstelik Usame Bin Ladin'in görüntülerini de habere ekleyip demokratik bir seçimle iş başına gelen, bir ülkenin başkanı olan Chavez'le Bin Ladin'i bir tutmaya çalıştılar. Hata Papa'ya suikast girişimleri görüntülerini de kullanarak neredeyse bir suikast önerisinde bulundular. ABD'nin sağcıları artık Chavez'i "elemek" gerektiğini söylediler, aynen Omar Torrijos'a ve diğer ilerici solcu liderlere yaptıkları gibi. CNN, Venezüella karşıtlarının fikirlerini yayınlamaya geniş zaman ayırıyor ve sadece Chavez karşıtı yürüyüşleri yayınlıyor. Kuşkusuz bu Beyaz Saray tarafından desteklenen bir planın parçası.

Venezüella yönetimi RCTV'nin lisansını yenilememe nedenlerini açıkladıkları 100 sayfayı aşan bir çalışma yayınladı. Bu dokümanı okumayanlar hikayenin sadece bir kısmından haberdar olacaklar. Çalışmanın adı: RCTV'nin Kara Kitabı.(AGD/EB/EÜ)

www.rebelion.org'daki İspanyolcasından Ercan Bayraz tarafından çevirilmiştir.

Devamını oku...

GAZZEDE'Kİ GUERNİCA-Victorio Arrigoni

Gazze’deki evim, kuşatma altındaki bir hayatın yaratabileceği tüm yoksunluklara meydan okuyup, panoramik deniz manzarasıyla, ruhum için sürekli mucizeler yaratıyor.
Daha doğrusu bu sabah cehennem pencereme vurana kadar böyleydi bu. Bu sabah Gazze’de, evimden birkaç yüz metre ileriye düşen bombaların patlama sesleriyle uyandık. Birkaç arkadaşım bu bombardımanda öldü. Şimdiye kadar 210 kişi hayatını kaybetti ve ne yazık ki bu sayı dramatik bir şekilde yükselmeye devam edecek. Bu eşi benzeri görülmedik bir kan banyosu. Penceremin karşısındaki limanı yıktılar, karakolları harap ettiler. Söylentilere göre batılı basın organları konuyu çarpıtıyorlar ve saldırıların sadece Hamas hedeflerine karşı cerrahi hassasiyetle gerçekleştirildiğini iddia eden İsrail askeri kaynaklarından aldıkları bilgileri yayınlıyorlarmış.

Gerçeklik farklı. Şehrin en büyük hastanesini, El Şifa’yı ziyaret ettiğimizde, hastane bahçesinde, yere serilmiş tedavi görmeyi bekleyen sivillerden ve yine aynı şekilde hemen yaralıların yanında yere serilmiş gömülme zamanlarını bekleyen sivil cesetlerinden oluşan kaotik bir yığılma gördük. Gazze’yi gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Her ev bir başka eve yaslanmış, binalar bir diğerinin üzerine binmiş. Gazze dünyada nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu şehirlerden birisi. Bunun anlamı ise şudur; yukarıdan bomba atarsan sivilleri katletmen kaçınılmazdır. Farkında olarak bunu yaparsanız, suçlusunuzdur, bu bir kaza değildir.

El Abbas’taki polis merkezinin bombalanması sırasında, karakolun komşusu olan ilkokul da patlamada ciddi bir şekilde hasar gördü. Olay okulun çıkış saatinde gerçekleşti ve çocuklar o an sokaktaydı. Birçoklarının mavi okul önlükleri kırmızı kanlara belendi. Deyr el Balah’taki polis akademisinin bombalanması sırasında hemen akademinin yakınlarındaki Gazze’nin en büyük pazarında alışveriş yapmaya çalışan insanlardan birkaçı da öldü. İnsan ve hayvan ölülerini gördük, kanları asfalttaki su oluklarında birbirlerine karışıyordu. Gerçeğe dönüşen bir Guernica tablosu. Ziyaret ettiğim birkaç hastanede üniformalı cesetler gördüm –bu gençlerden birçoğunu tanıyordum. Her sabah limana ya da her akşam şehrin merkezindeki kafeye giderken yolda onlarla selamlaşıyorduk. Bazılarının adlarını biliyordum. Bir isim, bir tarih, dağılmış bir aile. Birçoğu gençti, 18 veya 20 yaşlarında, neredeyse hiçbirinin politik bir yönelimi yoktu. Ne El Fetihli, ne Hamaslıydılar, İsrail’in canice kuşatması altında nüfusun %60’ının işsiz olduğu Gazze’de, eğitimlerini tamamladıktan sonra geçimlerini sağlayabilecekleri bir iş bulmak için polis teşkilatına kaydolmuşlardı. Propaganda yapmak hoşuma gitmez, gözlerimi konuşmaya bırakıyorum, kulaklarımda sirenlerin haykırışı ve patlayıcıların sağır eden sesi yankılanıyor.

Bugün kurbanların arasında bir tane bile terörist görmedim, sadece siviller ve polisler. İsrail bombardımanlarında katledilen polisler yılın herhangi bir gününde, şehrin aynı meydanlarında, aynı köşeleri kontrol ederken gördüğümüz polislerdi. Daha dün gece onlardan birkaçının evimin önünde soğuktan korunmak için nasıl çırpındığını görüp tebessüm etmiştim. Bu ölülerden bazılarının kefaretinin gerçeklikle ödenmesini istiyorum. Onların hiçbiri İsrail’e karşı bir kurşun bile sıkmadı, sıkamazlardı da -görev tanımı onlara bunu emretmiyordu. Şehir polisleriydiler ve sadece iç güvenlikle ilgileniyorlardı.

Bir kameram var ama bugün çok iyi bir kameraman olmadığımı keşfettim. Ne parçalanmış bedenleri çekebiliyorum ne de yaşlarla dolmuş gözleri. Yapamıyorum işte. Hemen ağlamaya başlıyorum. Ben ve ISM’nin (International Solidarity Movement -Uluslararası Dayanışma Hareketi ) diğer gönüllüleri bugün El Şifa’ya kan vermeye gittik. Oradayken bir haber aldım, Sara, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız, evinin yakınındaki Cebaliye mülteci kampında şarapnel çarpması sonucu ölmüştü. Tatlı bir kişilik, mutlu bir ruh, ailesi için biraz ekmek almaya çıkmış. Geride 13 çocuk bıraktı…

Biraz önce Tofiq aradı, Kıbrıs’tan. Tofiq, Özgür Gazze Hareketi’nin (Free Gaza Movement) gemilerinden birine binerek, uçsuz bucaksız bir hapishaneyi andıran Gazze’den, başka bir yerde hayata yeniden başlamak için, ayrılmış olan şanslı Filistinli öğrencilerden birisi. Söz verdiğim gibi dayısını ziyaret edip onun selamını iletip iletmediğimi sordu. Beni bağışlamasını istedim ondan biraz tereddütten sonra, geç kalmıştım. Çok geç kalmıştım –liman civarında yaşayan dayısı birçokları gibi yıkıntıların arasında gömülmüştü. İsrail, iki hafta sürebilecek bir bombardıman kampanyasının daha ilk günleri bunlar, diyerek korkunç bir tehdit savurdu bizlere. “Medeni dünya”nın sessizliği, şehri ölüm ve terör örtüsüyle kaplayan bombaların korkunç gürültülerinden daha da sağırlaştırıcı…

[rebelion.org adresindeki ispanyolcasından Ercan BAYRAZ tarafından çevirilmiştir.


Guernica

Devamını oku...

Küba’da seçim yok mu? -José Manzaneda

Küba’da iki çeşit seçim var: her iki buçuk yılda bir belediye meclisi üyelerini ve
her beş yılda bir bölgesel, genel seçimlerle ulusal meclis üyelerini, yani milletvekillerini seçer Kübalılar. Küba’da, genel, gizli ve -birçok Latin ülkesinin tersine- zorunlu değil gönüllü oy hakkı vardır. Seçme ve seçilme hakkı için en küçük yaş 16’dır. 16 yaşını tamamlayan herkesin belediye meclisi delegesi seçilme ve 18 yaşını dolduran herkesin ulusal meclise seçilme hakkı vardır.

Küba’da seçim adayları parti organları tarafından değil mahalli halk meclisleri tarafından belirlenir. Kuşkusuz Küba’da 1976 yılında yapılan anayasa iyileştirme referandumunda halkın aldığı karar doğrultusunda sadece bir parti vardır; Küba Komünist Partisi. Ama parti seçimlere müdahale etmez ve kendi ayrı adaylarını çıkarıp desteklemez. Fiili olarak mecliste KKP militanı olan ve olmayan üyeler vardır.

Belediye meclisi adayları seçim bölgelerinin ve mahallelerin seçmenlerinin yaptığı toplantılarla belirlenir. Herkesin kendini veya bir başkasını, hangi sebeplere dayandırdığını, kişinin hangi kişisel özelliklerine güvendiğini açıklayarak, adaylığa önerir ve aday olacak kişi orada bulunan kişilerin çoğunluğunun elini kaldırıp adayı onaylamasıyla aday gösterilir.
Herkesin seçimlere katılma hakkı vardır diyoruz; buna uluslararası medya tekellerinin bahsettiği “farklı düşünenler” de dahildirler ve bugüne kadar belirlenen koşullarda katıldıkları seçim süreçlerinde en küçük bir halk desteğini bile alamamışlardır.

Her bir farklı adayın fırsat eşitliğini garanti edebilmek için herhangi bir adayın çıkarına yapılacak propaganda yasaklanmıştır. Bunun yerine seçim komisyonları halka yönelik tek seçim propagandası olarak, adayların bir fotoğrafını ve biyografisini halkın görebileceği yerlere asarlar.

Oylar kesinlikle gizli kullanılır. Oy kullanma yerlerinin mahremiyeti düzenin hiçbir gücü tarafından çiğnenmez ve seçim sandıkları öğrenciler tarafından herhangi bir müdahaleye karşı korunur. Seçim sonuçları halka açık bir şekilde belirlenir ve yabancı yerli isteyen herkes sayımlara tanık olabilir.

Hiçbir seçilmiş vekil halk temsilciliği görevi için özel bir maaş veya ekstra ücret almaz. Bütün güçleriyle tüm zamanlarını halk faaliyetleri için geçirmeleri gerekliliğine karşın, kural olarak profesyonel politikacı sayılmazlar ve seçilmeden önce yaptıkları işlerden aldıkları maaşlardan fazlasını alamazlar.

Her seçim bölgesi geri kalan belediye meclisi delegeleriyle aralarında ilişki kurması amacıyla bir delege belirler. Bu temsilci kendi mahallelerinden birisidir ve bu iş için büyük gayret sarf etmesine karşın herhangi bir maaş almaz. Bu delegeler bir yıl içinde en az iki defa, bütün değerlendirmelerin ve bütçe planlamalarının yapıldığı mahalli toplantılar düzenleyip seçmenlere hesap vermek zorundadırlar. Delegelerin mahalli pratik deneyimleri dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir şekilde gerçekleşir, bu durum Küba’daki demokratik katılımcılığın ve Küba sosyalist demokrasi düzeninin en temel birleşenlerinden biridir.


Cubainformación.tv adresindeki İspanyolca orijinalinden Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştir.

Devamını oku...

Nestle'nin Filipinlerdeki Suçları - COMAC

Bu yaz, yedi COMAC* üyesi olarak, haziran ayında Filipinler'e gittik ve kendimizi sadece ülkenin güzelliklerinden faydalanmayla sınırlamadık
birçok şey öğrendik. Filipinliler, Birleşik Devletler’in emperyalizmine ve ülkedeki politik cinayetlere karşı mücadele ediyor, örgütleniyorlar.

Hacienda Luisita, 4.000 hektar büyüklüğünde bir şeker kamışı çiftliği, bu boyutuyla çiftliğin genişliği Belçika merkezinde bir belediyenin genişliğine yakın. Bu topraklar sadece bir kişiye ait. Çiftlik girişinde arabamız kontrol noktasında durduruluyor. Dört gece boyunca bu "özel köyde" bin bir şekilde toprağın özel mülkiyetine bağlı köylülerle birlikte uyuyacağız.

Birkaç kilometre ötede, şeker rafinesinin girişinde, üzerinde 14 isim yazan bir anıtın önünde duruyoruz. Fabrika güvenliği fotoğraf çekmemizi engelliyor, biz de gizlice çekiyoruz. 2004 yılında, şeker kamışı çiftliği işçileri daha iyi bir ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle grev yapmışlar. Hükümet güçleri grevi kanlı bir şiddetle bastırmış: kitlenin üzerine ateş açıp yedi kişiyi katletmiş. Devamında hareketin liderlerinden yedi kişiyi daha öldürmüş. Fakat direniş meyvesini vermiş: 4000 hektarlık toprağın yarısı köylüler arasında paylaştırılmış ve köylüler aile kolektifleri ve kooperatifler olarak örgütlenmişler. Akla yatkın olduğu üzere kendimizi sadece sendika temsilcileriyle konuşmayla sınırlamadık, elimizi işe de attık. Onlarla birlikte pirinç ekiyoruz, tenimizin ve sırtımızın bize izin verdiği kadarıyla. İşteki yavaşlığımıza gülen Filipinlilerle eğlenceli zamanlar geçirdik. Önyargıları kırmak ve çalışmanın bağları nasıl geliştirdiğini, dayanışmayı kolaylaştırdığını bir kez daha gördük.

Nestle

Daha başlarda, rehberimiz bizi şaşırtıyor: işçiler beş yıldır grevde! İnanılır gibi değil... Bu mümkün mü?

Bunu anlayabilmek için 20 yıl geriye, Nestle'nin ülkede buluna 9 fabrikasında grevlerin örgütlendiği, 1987 yılına bakmalıyız. Taleplerin en önemlisi emeklilikti. İzleyen iki yıl içinde 103 sendikalı işten atıldı ve içlerinden biri katledildi. Emeklilik konusunu bitirmek için Nestle mahkemeye başvurdu ve 1991 yılında karar açıklandı: işçiler haklıydı, emeklilik gerekliydi. Tarihsel bir hukuk zaferi... 1992, 1995 ve 1998 yılında yapılan toplu sözleşmelerde işçilerin bu hakları dikkate alındı.

Ama 2001 yılının başlarında, Nestle yönetimi emeklilik maaşları konusunda üzerinde düşeni yapmayı reddetti. 14 Ocak’ta grev patladı: işçiler 14 saat içinde fabrikadaki üretimi felç etti ve devamında baskılar başladı. Yığınla polis ve özel güvenlik görevlisi eylemcilere saldırdı. Devam eden çatışmalarda birçok insan yaralandı.

28 Ocak’tan itibaren Nestle bütün işlere kendi işçilerini yerleştirdi, sendikasız işçilerini. Ayların geçmesiyle birlikte işçilerin durumu dramatik bir hal aldı. Devlet tarafından terörist ilan edildiler, bir yığın suçlamayla karşı karşıya geldiler.

Sendikal delegasyon başkanı yaptığımız görüşmede, eve dönmediğini dönünce öldürüleceğinden korktuğunu söyledi, ama bütün bunlara rağmen işçilerin haklarını savunmaya devam ediyor. Bu ülkede yenilgi nedir bilinmiyor dense yerinde olurdu hani. İnanılmaz!

Bugün, beş yıllık direnişin ardından, her bir grevcinin üzerine atılmış 12-15 arası ayrı suç var, hepsi bölgedeki fabrikalardan atılmış durumda ve birçoğunun yeni bir iş bulma şansı da yok.

Bir taraftan Nestle'yi protesto kampanyası büyürken ve grevcilerin kararlılığı devam ederken, sendikal delegasyonun başkanı Ding Fortuna, 22 Eylül’de, Kolombiyalı bir meslektaşının öldürülmesinin üzerinden 11 gün geçmişken, öldürülür. 2006 yılında mahkeme işçilerin lehine karar alır, bunun üzerine Nestle meseleyi bitirmek için hilekar bir teklifte bulunur; eğer şirkete karşı faaliyetlerde bulunmaktan vazgeçerlerse grevde geçen her yıl için bir aylık ücret verilecektir. Bu teklifi çok az işçi kabul eder ve yoksulluğa yapılan şantaj hedefine ulaşmaz. İşçiler hala haftada bir gün genel toplantı yapıyorlar.

Grevciler geceyi onlarla geçirmemizi öneriyorlar. Sabahleyin bize verdikleri kahve Nescafe değil (yolculuğumuz boyunca ilk defa bize Nescafe olmayan bir kahve veriliyor). Filipinlerde Nestle dışında bir kahve bulmak, başlı başına, sözü edilebilecek bir iş.

*Belçika Komünist Gençlik Örgütü

Rebelion.org’daki İspanyolcasından Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştir]

Devamını oku...

Küba neden bir demokrasidir, ABD neden değildir? -Tim Anderson

Propaganda ve sözde demokrasiler döneminde, imparatorluğun en güçlü muhalifleri en zalim saldırıların hedefindedirler.
Bunun bir sonucu olarak Küba ve Amerika demokrasileri üzerine savunulan birçok fikir, gerçek bilgilerin tersine bir rapor ortaya koyar. Kanadalı bilim adamı William Osler’in dediği gibi “büyük cahilliğe büyük dogmalar". ABD'nin kendi ticari ayrıcalıklarının feshedilmesinin üzerine Küba' ya uygulamaya başladığı yasadışı ambargo neredeyse 50 yılını doldurdu. Hala Küba'nın ABD tarzı bir demokrasiye ihtiyacı olduğu propagandasını yayıyor ABD. Evet, haydi hep beraber iki ülkenin, katılımcı, temsili demokrasilerini ve sivil haklarını bir karşılaştıralım.

Temsili demokraside Küba bariz bir şekilde öndedir. Kübalılar ulusal meclislerini açık seçimlerle seçerler (aynı şekilde yerel ve bölgesel meclislerini de) bu meclis daha sonra bakanlıkları ve bakanlar kurulu başkanını seçer.

ABD’de direkt bir kongre seçimi ve dolaylı bir başkanlık seçimi var. Seçilen başkan daha sonra bakanlarını atar. ABD'de seçilmiş kongrenin büyük bir kesiminin savaşa girmek de dahil olmak üzere başkanlığın emirlerini bloke edecek yetkisi yoktur. Bu demektir ki halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkması durumunda bile başkan savaş başlatabilir. ABD’de seçilmiş kongre gerçekte yönetimi elinde bulundurmaz.

Küba'da anayasa saldırı ve işgal savaşlarını reddeder (madde 12) ve bütün bakanlıklar seçilmiş meclise bağlıdır. Küba bakanlar kurulu başkanı (yanlış bir şekilde ABD emperyalizmi tarafından diktatör olarak adlandırılan kişi) milli meclisin üzerinde değildir ve mecliste karara bağlanmış kararları reddetme yetkisi yoktur. ABD de başkan kongre kararlarını veto edebilir.

ABD'de seçimlere katılabilmek için aday olabilmek büyük partilerden birine kaydolma ve güçlü bir desteğini arkalayabilmeye bağlıdır. Küba’da seçim partileri ve doğal olarak şirket desteği yoktur. Küba Komünist Partisi’nin (CCP), tartışma ve politikaları ilerletme anayasal tanınırlığı vardır fakat seçimlerde rolü yoktur. Yani yurttaşlar aday olabilmek ve seçilebilmek için CCP üyesi olmak zorunda değildirler ve fiilen de birçok seçilmiş kişi, parti üyesi değildir. Milli meclisin üyeleri (PCC üyesi olanlar veya olmayanlar), mecliste herhangi bir partiden ziyade kendi düşüncelerini temsil ederler. Küba sistemi yabancılara seçim partileri ve temsilcilikleri oluşturmalarını yasaklar. ABD'nin "yabancı müdahaleler" yapmaya alışkın yönetimine göre bu yasalar anti-demokratiktir.

ABD'de milyonlarca insan oy kullanma hakkından mahrumdur, geçmişte işledikleri bir suçtan dolayı ya da ikinci sınıf vatandaş kategorisine giren bir topluluğun içinde var olmaları nedeniyle (Örneğin ABD de yaşayan Porto Ricolular vergilerini vermek zorundadırlar ama mecliste temsil edilmezler).

Küba'da çok az kişi oy kullanamaz. Daha doğru bir deyişle yetişkin olarak tanımlanan 16 yaşından büyük nüfusun %90’ı her seçimde oy kullanır. ABD’de seçimlere katılım oranı %50 civarında kalır.

Her iki ülkede anayasal sivil hakları vardır. Fakat bu türden haklarda da Küba ABD’ye göre öndedir. Küba vatandaşlarının anayasal olarak; iş, gıda, ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık hizmeti, konut, kişisel mülk edinme ve mezhep özgürlüğü vardır. Küba devleti yurttaşlarının bu haklarını anayasayla garanti altına almıştır.

ABD yurttaşları ifade özgürlüğü, sınırsız özel mülk edinme ve bireysel silahlanma haklarına sahiptir. Aynı zamanda sağlığın, eğitimin ve genel refahın ödeyebilecekleri için var olduğu pazara katılma hakları vardır.

Anayasal olarak Küba'da kimse yargılanma ve savunma hakkı olmadan hapsedilemez (madde 59). Küba'daki "politik tutuklular" olarak bilinen tutuklular anayasal sistemi yıkmak amacıyla yabancılardan para alan kişilerdir.

Buna karşın ABD’de binlerce kişi yargılanmamış halde gözaltında tutulur, buna işgal altındaki Guantanamo kampında tutsak edilmiş binlerce kişi de dahil edilmelidir. ABD'deki tutukluluk oranı, ki 2 milyondan fazla kişi hapishanelerdedir, Küba'dan ve herhangi bir başka ülkenden oldukça fazladır. Amerika'da mahkumlar sivil haklarının çoğunu kaybederlerken Küba'da mahkumlar sivil haklarına tamamen sahiptirler.

ABD'nin gelir ortalamasının Küba'nın gelir ortalamasından on kat fazla olmasına rağmen Küba sağlık ve eğitim standartları ABD ile başa baştır ve hatta bazı noktalarda Küba daha da ileridedir.

ABD’de zenginlik ve yoksulluk süreklidir. Küba da ise daha fazla eşitlik vardır çünkü Küba’da paylaşım vardır.

ABD’de ifade özgürlüğünün anlamı bir grup özel teşebbüsün kitle iletişim araçlarına sahip olması anlamına gelir.

Küba’da bütün medya (tv, radyo, gazeteler ve dergiler) halk kuruluşlarının ve kitle örgütlerinin elindedir.

(...)

Küba devleti gücünü başkalarının işine karışmak ve uluslararası propaganda için asla kullanmaz bunun yerine tıbbi hizmete ihtiyaç duyan 60’dan fazla ülkeye doktor gönderir.
ABD ise devlet propagandası yapmak için radyo istasyonları kurar (Örneğin: Amerikanın Sesi, Radyo Marti), muhalif siyasal guruplar oluşturur.

Küba'nın insan hakları dosyası ABD'nin dosyasından daha iyidir. Uluslararası Af Örgütü 2006’da ABD’de "binlerce insan yargısız bir şekilde tutuklanmış gözaltına alınmıştır… İşkence nedeniyle gözaltında ölümler olmuştur…" demiş ve eklemiştir "ABD’de 61 kişi polis tarafından vurulduktan sonra ölmüş ve 61 kişi infaz edilmiştir." Af Örgütünün bu raporlarına işgal altındaki Irak’ta yapılan katliamlar dahil değildir.

Buna karşılık Af Örgütü'nün 2006 Küba değerlendirmesi daha olumludur. Buna göre "bazı ifade özgürlüğü sınırlamaları, dernekleşme ve hareket kısıtlamaları, 70’e yakın politik tutuklu vardır. 30 idam mahkumu olmasına rağmen cezalar infaz edilmemiştir."

Af Örgütü (bu arada bu örgütün Küba hakkında raporlarını yazan ofisi ABD'dedir) 70 politik tutuklunun anayasal düzeni yıkmak amacıyla yabancılardan para aldıkları gerçekliğini görmezden gelmiştir. Bu 70 kişinin büyük çoğunluğu 2003 yılındaki gemiyle adam kaçırma dalgası sırasında tutuklanmış ve büyük çoğunluğu halihazırda serbest bırakılmıştır. ABD'nin kabullenmek zorunda kaldığı diğer gerçeklikler ise şunlardır: "Küba’da politik cinayetler yoktur. Politik nedenlerle kaybedilme saldırısı yoktur", artı dinsel baskı ve ayrım yoktur, eğitim zorunlu ve parasızdır, genel sağlık sistemi vardır ve parasızdır, sanat özgürlüğü vardır. Bu durum Latin Amerikada; Şili, Guatemala, El Salvador ve Kolombiya'da, ABD tarafından desteklenerek düzenlenen, diktatörlük rejimlerinin ve ölüm mangalarının oldukça zıttıdır.
Küba'da cinsel ayrımcılığa karşı hareketler ve homoseksüellerin haklarının desteklenmesi ABD'ye oranla daha ileridedir. Küba'da cinsel çeşitliliğe tanınan tolerans birçok Latin Amerika ülkesine göre daha gelişkindir ve yine ABD'nin aksine, cins ayrımcılığını destekleyen kilisenin Küba politikalarına etkileri oldukça azdır.

Küba Cinsel Eğitimi için Ulusal Merkez (CENESEX), 1989 yılından bu yana transseksüellerin toplum içinde kabulü ve haklarının desteklenmesi de dahil olmak üzere cinsel tolerans için çalışıyor. Eğitim amaçlı yapılan kampanyalar vb. sayesinde Küba’da HIV virüsü taşıyanların diğer Karayip bölgesi ülkelerine ve ABD’ye oranla daha az olduğu ortaya çıkmıştır. 2001 yılından bu yana HIV virüsünden etkilenen bütün Kübalılar ücretsiz olarak tedavi ediliyor. ABD keza HIV virüsüne karşı sert programlar uyguladı, fakat orada tıbbi hizmetler garanti altına alınmadı.

ABD birçok Kübalının da bildiği üzere çoğunluğu teröristlerden oluşan sürgündeki Kübalıları kullanıyor. Örneğin, 2007 Mart’ında, Carlos Alberto Montaner isimli sürgün bir Kübalıya, Madrid belediye yönetimi tarafından "tolerans ödülü" verildi. Gerçekte Montaner Küba adaletinden kaçmış bir Kübalı, Küba kökenli bir Avrupa vatandaşı; CIA ilişkisi birçok yıl öncesine dayanıyor. Montaner, Küba’da birkaç yıl önce gerçekleştirilen bombalama eylemlerini ve Küba’ya karşı terör eylemlerini açıkça sahiplenen, Miami'de örgütlenen FNCA terör örgütüyle olan ilişkileri dolayısıyla Küba adaleti tarafından aranan birisi.

Küba hükümeti, tanınmış Küba karşıtı “pro-demokrat” bir aktivist olan ve 2002 yılında, temelinde yasaların değiştirilerek Küba'da küçük özel işletmeler kurulmasının önünü açmak yatan projesi "Proyecta Varela" ile, Andrei Sakharov ödülüne "düşünce özgürlüğü" dalında aday gösterilen, Osvaldo Paya' ya da hiçbir şey yapmadı. Ama Küba, Paya'nın Havana'daki Amerikan Çıkarları Bürosunda yapılan, Küba'da ABD destekli dönüşümün olanaklarının tartışıldığı toplantılara katıldığını ve toplantı başına 1000 $ aldığını ispatladı ve Küba televizyonundan açıkladı. Bu Küba yasalarına göre bir suç, ama Paya tutuklanmadı.
2005 yılında Avustralyalı gazeteci Paul McGeouh, FCNA ve Miami mafyası tarafından desteklenen bir başka "pro-demokratik" aktivisti; Raul Rivero'yu, seçti. McGeouh'a göre Rivero'nun 2003 yılında Küba'da tutuklanması "Sovyetler Birliği tarafından gerçekleştirilen en kötü insan hakları ihlallerini" anımsatıyordu, ve yine McGeouh'a göre Rivero'nun sadece iki suçu vardı "bir yazı makinesine sahip olmak ve düş kurmak". Ama McGeouh, Rivero'nun tutuklanma sebebinin; Küba'da anayasal düzeni yıkmak ve yabancı bir devlet tarafından desteklenen yeni bir sistem kurmak temeline dayanan bir plan doğrultusunda Amerikan Çıkarları Ofisi'nden ve terör örgütü FCNA'dan para alıyor olması olduğunu göz ardı etti. Bu davranış yeryüzündeki her ülkede suçtur.

ABD tarafından desteklenen "pro-demokrat" aktivistlerin en bilinenlerinden birisi, kısa bir süre önce "yasadışı göç" suçundan tutuklanan Luis Posada Carriles'tir ( Posada kısa bir süre sonra tekrar serbest bırakıldı; -çevirenin notu). ABD, 1976 yılında Venezüella'da bir Küba uçağına bomba koyduğu ve 73 sivili öldürdüğü sebebiyle aranan Posada'yı Venezüella'ya vermeyi reddediyor. Posada ABD’de yaptığı açıklamalarla 1997 yılında Küba’da otellere bombalı saldırılar yaptığını açıkça kabullenmesine rağmen asla tutuklanmadı. Ancak 2004 yılında Panama'da Fidel'i öldürmeye yeltenince tutuklanarak cezaevine kondu ve bundan 4 yıl sonra ABD işbirlikçisi Panama başkanı Mireya Moscoso tarafından affedildi ve salıverildi. "Teröre karşı savaş" verdiğini iddia eden ABD yönetimi Posada gibilerini terörist olarak tanımlamaktan kaçınıyor. İşte ABD'nin Küba'yı demokratikleştirmek için yardım dediği şey tam olarak budur.

ABD yönetimi dünya karşısında imajını düzeltmek için "sivil topluluklar", "Pro-demokrat" örgütlenmeler ve insan hakları grupları oluşturur. Örneğin, NED tarafından desteklenen "Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütüne göre Küba, Amerika kıtasında "basın özgürlüğünün" en büyük düşmanıdır. Diğer yandan Habersel Bilginin Güvenliği için Uluslararası Enstitü'ye göre; 1996-2006 yılları arasında ABD'de 21 gazeteci öldürülürken aynı dönemde Küba'da hiç gazeteci öldürülmemiştir. Aynı tarihler arasında Kolombiya'da 72, Meksika'da 31, Brezilya'da 27, Peru'da 16 ve Guetamala'da 13 gazetecinin öldürülmüş olmasını da bir diğer yana koyabiliriz.

(...)

ABD'nin neden gerçek bir demokrasi olamayacağına dair vurgulanması gereken önemli bir argüman daha var. Emperyalist hırs onları diğer ulusların doğal kaynaklarını sömürmeye, baskıcılığa ve işgale yöneltir... Tıpkı Kuzey Amerikalı yazar Gore Widal'in dediği gibi: Hiç bir emperyalist proje gerçek bir demokrasiyle veya gerçek bir Cumhuriyetle bir arada var olamaz.

Küba asla bir ülkeyi istila etmedi. Gücünü sadece kendi halkını savunmak için veya 80'lerde Güney Afrika'nın silahlı saldırıları sırasında Angola ve Namibya halkının savunulmasın gibi, saldırı altındaki diğer halklarla yardımlaşmak için kullandı (bu süreçte Küba 40,000 askeri ile bu halkların yanında olmuş ve Güney Afrika gericiliğine karşı savaşmıştı; -çevirenin notu).
Küba tıp hizmetlerini diğer uluslara yardım etmek için kullanıyor. ABD başka ülkelere binlerce asker gönderirken Küba başka ülkelere binlerce doktor gönderiyor. Üstelik 20 binden fazla yabancı öğrenci Küba'da tam burslu tıp eğitimi alıyor. Bu sayıya her yıl alınan 100 ABD'li öğrenci de dahildir. İşte bu noktalar "Küba bir demokrasidir ama ABD değildir" sözünün doğruluğu olduğunu bize gösteren sebeplerden bazılarıdır.

Rebelion.org’daki İspanyolca orijinalinden Ercan Bayraz tarafından kısaltılarak çevrilmiştir]

Devamını oku...

(AHLAKSIZLIKTA) SINIR TANIMAYAN GAZETECİLER - José Manzaneda

Sınır Tanımayan Gazeteciler (STG); güya basın ve ifade özgürlüğünü korumayı kendine amaç edinmiş, Fransa merkezli bir Sivil Toplum Örgütü.
Basın özgürlüğü; bu kavram, küresel iletişim tekelleri patronlarının prizmasından bakılınca anlaşılabiliyor sadece.
Sınır tanımayan gazetecilerin yıllık bütçesi 4 milyon doların üzerindedir. Benzer bir bütçe ile basın özgürlüğü ve basın çalışanları için ne büyük işler yapılabileceğini hayal edebiliyoruz. Örneğin, Telecinco kameramanı Jose Couso ve Irak’ta düzinelerce gazeteciyi öldüren ABD askerlerinin yargılanması için bir kampanya düzenlenebilir. Ne yazık ki Couso ailesi STG’yi açıkça Jose’nin katillerini aklamakla suçladı; hem de bunu inanılması güç ama, Jose’nin öldürüldüğü operasyonu yöneten askerin bir arkadaşından alınan bilgilere dayandırarak oluşturdukları bir haberle, etik dışına taşarak, yapmıştı STG. Veya yasadışı Guantanamo kampında üç yıldır suçsuz bir şekilde tutulan El-Cezire çalışanı Sudanlı gazeteci Sami al Hajj’ın özgürlüğü için bir kampanya da düzenleyebilirlerdi, ama bu konu hakkında Sınır Tanımayan Gazeteciler ağızlarını açıp yarım kelime bile söylemediler. Tabii ki STG bu bütçeyi kullanarak çok kolay bir şekilde, 1982’den beri ABD de ölüm koridorunda bekletilen Afroamerikan gazeteci Mumia Abu Jamal’ın hayatı için de bir kampanya düzenleyebilirlerdi fakat bunu da yapmadılar. Ve bir kampanya da Şili’de tutuklu bulunan gazeteci Pedro Cayuqueo için yapılabilirdi, bunu da yapmayı istemediler ve son olarak, 1999’da NATO bombalarıyla öldürülen Yugoslavya televizyonu çalışanı 16 gazeteci anısına bir şeyler yapabilirlerdi ama STG bu olaydan yıllık raporlarında bile söz etmediler.

STG dünya genelinde medya organlarının birkaç milyonerin elinde toplanmasına karşı kampanyalar yapacak mı? Sınır tanımayan gazeteciler örgütü gazetecilerin kötü sözleşmeleri ve çalışma şartları karşısında bir şeyler geliştirecek mi? Veya bilgi iletişiminin %90’ının sadece altı ABD ve Avrupa menşeli ajansın elinde bulunmasına karşı bir şeyler yapacak mı?

Hayır, saf olmayalım.

Bu Sınır Tanımayan Satılmışlar kendilerini başka bir şeye adamışlar: Küba’da sözde gazetecilik yapan ve aslında adada ABD çıkarlarının hizmetinde olan, Küba’daki ofisini Kuzey Amerikanın Havana’daki diplomatik delegasyonu gibi kullanan, Bush tarafından parası ödenen ve Küba’da turizmi yok etmeyi amaçlayan kampanyalara imza atan ve bunu yaparken Che'nin aşağılanmış ve şeytana benzetilmiş imajlarını (figürlerini) kullanan, ve Venezüella’nın anayasal başkan Hugo Chavez’e karşı girişilen darbelerin organizatörü olan medyatik büyük şirketlerin paravanı olan sözde gazetecileri finanse etmek gibi.

Peki STG’yi kim finanse ediyor?

STG, Fransa devleti ve Avrupa Birliği dışında, ABD’nin saldırgan politikasını ABD çıkarlarına ters herhangi bir politika karşısında savunmayı amaç edinen Demokrasi için Ulusal Girişim (Fundación Nacional para la Democracia) adı altındaki klasik bir CIA paravanından büyük fonlar alıyor.

Aynı zamanda Serge Dassault gibi Fransız silah fabrikatörleri ve kayıp füze satıcısı Jean-Guy Lagardère tarafından da finanse ediliyor. STG aynı zamanda, Vivendi Universal gibi dünyanın büyük medya tekellerinin ve Francés François Pinault gibi büyük editörler tarafından da finanse ediliyor.

Peki STG’nin Bush ve bazı AB ülkeleri haricinde fikir babaları kimlerdir?

Bir yanda Latin Amerika’nın büyük iletişim medyası patronları tarafından kurulan ve bölgedeki, Küba, Venezüella ve Bolivya gibi bütün halk hareketlenmelerinin düşmanı olan la Sociedad İnteramericana de Prensa (SİP) basın topluluğu var. Diğer tarafta, Küba kökenli CIA ajanı Frank Calzón tarafından yönlendirilen "Freedom House” (özgürlük evi) çağrısı, Vietnam savaşından eski deniz yüzbaşısı ve Telepizza kanalının eski sahibi Leopoldo Fernández Pujals gibi Miami’deki Küba mafyasının desteklenen üyeleri ve Küba devriminin imaj ve prestijine karşı herhangi bir inisiyatife yapılan Yankee hükümetinin ekonomik yardımlarının yöneticisi Nancy Crespo gibiler var.

Kanadalı gazeteci Jean-Guy Allard, ABD’li gazeteci Diana Barahona veya Fransız gazeteci Salim Lamrani’nin araştırmaları çarpıcı birer örnektir: "STG, ekonomik ve politik açıdan, dünyada basın özgürlüğünün en büyük baskılayıcıları olan büyük iletişim tekellerine ve başta ABD olmak üzere batılı devletlere bağlı bir örgütlenmedir." Bu sivil toplum örgütünün, basın özgürlüğünün en çok nerelerde sindirildiğine dair teşhisleriyle Beyaz Saray çalışanlarının bu konudaki tespitlerinin aynı noktada buluşması bir tesadüf değil.

Sınır Tanımayan Gazeteciler, yani "utSınır Tanımayan Gazeteciler (STG); güya basın ve ifade özgürlüğünü korumayı kendine amaç edinmiş, Fransa merkezli bir Sivil Toplum Örgütü. Basın özgürlüğü; bu kavram, küresel iletişim tekelleri patronlarının prizmasından bakılınca anlaşılabiliyor sadece.
Sınır tanımayan gazetecilerin yıllık bütçesi 4 milyon doların üzerindedir. Benzer bir bütçe ile basın özgürlüğü ve basın çalışanları için ne büyük işler yapılabileceğini hayal edebiliyoruz. Örneğin, Telecinco kameramanı Jose Couso ve Irak’ta düzinelerce gazeteciyi öldüren ABD askerlerinin yargılanması için bir kampanya düzenlenebilir. Ne yazık ki Couso ailesi STG’yi açıkça Jose’nin katillerini aklamakla suçladı; hem de bunu inanılması güç ama, Jose’nin öldürüldüğü operasyonu yöneten askerin bir arkadaşından alınan bilgilere dayandırarak oluşturdukları bir haberle, etik dışına taşarak, yapmıştı STG. Veya yasadışı Guantanamo kampında üç yıldır suçsuz bir şekilde tutulan El-Cezire çalışanı Sudanlı gazeteci Sami al Hajj’ın özgürlüğü için bir kampanya da düzenleyebilirlerdi, ama bu konu hakkında Sınır Tanımayan Gazeteciler ağızlarını açıp yarım kelime bile söylemediler. Tabii ki STG bu bütçeyi kullanarak çok kolay bir şekilde, 1982’den beri ABD de ölüm koridorunda bekletilen Afroamerikan gazeteci Mumia Abu Jamal’ın hayatı için de bir kampanya düzenleyebilirlerdi fakat bunu da yapmadılar. Ve bir kampanya da Şili’de tutuklu bulunan gazeteci Pedro Cayuqueo için yapılabilirdi, bunu da yapmayı istemediler ve son olarak, 1999’da NATO bombalarıyla öldürülen Yugoslavya televizyonu çalışanı 16 gazeteci anısına bir şeyler yapabilirlerdi ama STG bu olaydan yıllık raporlarında bile söz etmediler.

STG dünya genelinde medya organlarının birkaç milyonerin elinde toplanmasına karşı kampanyalar yapacak mı? Sınır tanımayan gazeteciler örgütü gazetecilerin kötü sözleşmeleri ve çalışma şartları karşısında bir şeyler geliştirecek mi? Veya bilgi iletişiminin %90’ının sadece altı ABD ve Avrupa menşeli ajansın elinde bulunmasına karşı bir şeyler yapacak mı?

Hayır, saf olmayalım.

Bu Sınır Tanımayan Satılmışlar kendilerini başka bir şeye adamışlar: Küba’da sözde gazetecilik yapan ve aslında adada ABD çıkarlarının hizmetinde olan, Küba’daki ofisini Kuzey Amerikanın Havana’daki diplomatik delegasyonu gibi kullanan, Bush tarafından parası ödenen ve Küba’da turizmi yok etmeyi amaçlayan kampanyalara imza atan ve bunu yaparken Che'nin aşağılanmış ve şeytana benzetilmiş imajlarını (figürlerini) kullanan, ve Venezüella’nın anayasal başkan Hugo Chavez’e karşı girişilen darbelerin organizatörü olan medyatik büyük şirketlerin paravanı olan sözde gazetecileri finanse etmek gibi.

Peki STG’yi kim finanse ediyor?

STG, Fransa devleti ve Avrupa Birliği dışında, ABD’nin saldırgan politikasını ABD çıkarlarına ters herhangi bir politika karşısında savunmayı amaç edinen Demokrasi için Ulusal Girişim (Fundación Nacional para la Democracia) adı altındaki klasik bir CIA paravanından büyük fonlar alıyor.

Aynı zamanda Serge Dassault gibi Fransız silah fabrikatörleri ve kayıp füze satıcısı Jean-Guy Lagardère tarafından da finanse ediliyor. STG aynı zamanda, Vivendi Universal gibi dünyanın büyük medya tekellerinin ve Francés François Pinault gibi büyük editörler tarafından da finanse ediliyor.

Peki STG’nin Bush ve bazı AB ülkeleri haricinde fikir babaları kimlerdir?

Bir yanda Latin Amerika’nın büyük iletişim medyası patronları tarafından kurulan ve bölgedeki, Küba, Venezüella ve Bolivya gibi bütün halk hareketlenmelerinin düşmanı olan la Sociedad İnteramericana de Prensa (SİP) basın topluluğu var. Diğer tarafta, Küba kökenli CIA ajanı Frank Calzón tarafından yönlendirilen "Freedom House” (özgürlük evi) çağrısı, Vietnam savaşından eski deniz yüzbaşısı ve Telepizza kanalının eski sahibi Leopoldo Fernández Pujals gibi Miami’deki Küba mafyasının desteklenen üyeleri ve Küba devriminin imaj ve prestijine karşı herhangi bir inisiyatife yapılan Yankee hükümetinin ekonomik yardımlarının yöneticisi Nancy Crespo gibiler var.

Kanadalı gazeteci Jean-Guy Allard, ABD’li gazeteci Diana Barahona veya Fransız gazeteci Salim Lamrani’nin araştırmaları çarpıcı birer örnektir: "STG, ekonomik ve politik açıdan, dünyada basın özgürlüğünün en büyük baskılayıcıları olan büyük iletişim tekellerine ve başta ABD olmak üzere batılı devletlere bağlı bir örgütlenmedir." Bu sivil toplum örgütünün, basın özgürlüğünün en çok nerelerde sindirildiğine dair teşhisleriyle Beyaz Saray çalışanlarının bu konudaki tespitlerinin aynı noktada buluşması bir tesadüf değil.

Sınır Tanımayan Gazeteciler, yani "utanması olmayan gazeteciler", basın özgürlüğünü savunmuyorlar; tersine şirket özgürlüğünü savunuyorlar, yani bugün -sermayenin durdurulamaz küreselleşmesi sayesinde- medyatik, ekonomik ve politik güç merkezlerini kontrol eden küresel kapitalizmin özgürlüğünü savunuyorlar.

Özetle söylemek gerekirse, sermaye de kendi Sivil Toplum Örgütlerini kuruyor ve (ahlaksızlıkta) sınır tanımayan gazeteciler bu örgütlerden birisi.

İspanyolca orijinalinden Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştiranması olmayan gazeteciler", basın özgürlüğünü savunmuyorlar; tersine şirket özgürlüğünü savunuyorlar, yani bugün -sermayenin durdurulamaz küreselleşmesi sayesinde- medyatik, ekonomik ve politik güç merkezlerini kontrol eden küresel kapitalizmin özgürlüğünü savunuyorlar.

Özetle söylemek gerekirse, sermaye de kendi Sivil Toplum Örgütlerini kuruyor ve (ahlaksızlıkta) sınır tanımayan gazeteciler bu örgütlerden birisi.

Rebelion.org'daki İspanyolca Orjinalinden Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştir

Devamını oku...

Kübalı Beşler: Ulusal güvenlik adaletinin kurbanları -Saul Landau

1953 yılında tanıdığım bir adam genel bir tuvalette mastürbasyon yapmak suçundan tutuklandı.
Tavandaki havalandırmanın arkasına, yoldan çıkmışları tespit etmek amacıyla, bir polis saklanmıştı. Adamın avukatı bu işe 5.000 dolar harcadı. "500 dolar polise verdim yargıca bir hediye aldım ve adamın karmaşık bir iç çamaşırı giymiş olduğunu ve tuvaletini yaptıktan sonra onu düzeltmek için çabaladığını bu hareketinin yanlış anlaşılmış olduğunu söyleyecek iki yalancı şahidin her birine 250 dolar ödedim" diye açıklamıştı babama, savunma avukatı arkadaşı.

Bunun o döneme özgü bir davranış mı olduğunu yoksa günümüzde de bir norm olarak sürüp sürmediği hakkında en ufak bir fikrim yok. Komedyen Jenny Bruce, mahkemelerde rüşvetlerin verildiği yer olduğunu kastederek şöyle bir yorumda bulunmuştu "mahkemelerde adalet olan tek yer koridorlardır." Normal olarak, Amerikan hapishanelerinde yatanlar zenginler veya orta sınıf değil yoksullardır. Kuzey Amerikalıların çoğu herkese eşit adalet cümlesinin ne anlama geldiğini bilir: "Polis bir yoksulu ekmek çalarken veya köprü altında uyurken gördüğünde nasıl tutukluyorsa aynı şekilde bir zengini de ekmek çalarken veya köprünün altında uyurken görürse tutuklayacaktır."

Zengin avukatlara ödeme yapma lüksüne sahip olanlar genellikle yaptıklarıyla kalırlar. Karısına aşırı dozda insülin enjekte eden Claus von Bulov davasına bakın örneğin ya da O. J. Simpson davasına. Sanıklar, hâkimlerin kafasına kuşku tohumları ekme işinde uzman olan birinci sınıf avukatlara milyonlarca dolar ödediler. Mahkeme avukatları genellikle olanaklardan, zamandan ve yoksul müşterileri için en ufak bir savunma yapmak isteğinden yoksun oluyorlar.

Kuşkusuz, bazı durumlarda en iyi savunma avukatları bile adaleti satın alamazlar, özellikle de hükümetin "ulusal güvenlik"i ortaya attığı zamanlarda. Kübalı Beşler, genellikle devlet halka ne yaptığını ve neden yaptığını söylemez, anlamına gelen bu cümlenin, ulusal güvenlik cümlesinin kurbanları oldular. Emperyal baskıcılık kokuyor ve bazen de intikam.

FBI 1998 yılında beş adamı tutukladı (Gerardo Hernández, Antonio Guerrero, Ramón Labañino, Fernando González, and René González) ve Miami'de bir mahkeme 2001 yılında onları, cinayet, ajanlık ve birkaç başka ağır sebepten suçlu buldu. Olay ABD'nin diktalarına uymayan 3. dünya ülkeleri uluslarına karşı adalet anlayışının normlarını örnekliyor.

Washington Küba'yı yaklaşık yarım yüzyıllık itaatsizliği dolayısıyla alışageldiği tarzda cezalandıramıyorken, Kübalı beşlerle ortaya çıkan fırsat, savaşlar çıkaran ve toplumu korumak adına yurttaş haklarını hiçe sayan, "ulusal güvenlik"çi çetenin intikam topraklarına gökyüzünden bir hediye misali düştü.

2004 yılında, dönemin BM büyük elçisi, daha sonra Irak büyük elçisi olacak olan ve bir süre sonra Amerika’nın bir numaralı ajanına dönüşecek olan John Negroponte, İran'dan gelen, ABD'nin İran büyük elçiliğini yeniden açma ve diplomatik ilişkileri normalleştirme yönünde bir teklife, ulusal güvenlikçi elitin neden hayır diyeceğini İran'ın mesajını getiren diplomata (benim bir arkadaşım) şöyle açıklamıştı: "Son on yıllarda Vietnam, İran ve Küba Amerika'yı aşağıladılar. Vietnam konusunu anlayabiliriz, ödeştik sayılır (4 milyon ölü ve yirmi yıllık bir sancılı dönem), ama hak ettiklerini almadan önce İran ve Küba ile bir ilişkiye girmemizin imkânı yok." Küba’yla savaşa gidemediklerinden -Küba halkı kendini savunurdu- Kübalı Beşler’i cezalandırmanın yedek özneleri olarak kullandılar.

1990’lı yıllarda bu Kübalılar Florida’da Castro karşıtı terörist grupların arasına sızdılar ve Havana'yı teröristlerin faaliyetlerinden haberdar ettiler. 1998 yılında bir FBI delegasyonu Küba'ya gitti. Kübalı fonksiyonerler FBI’a, gruplar ve bireyler halinde teröristlerin isimleri, taşıdıkları silahları ve depoladıkları silahların yerlerini gösteren ve Amerikan adalet makamlarının teröristleri tutuklayıp yargılamalarını gerektirecek olan, 1200 sayfalık dokümanı, video kayıtları ve ses kayıtlarından oluşan materyallerle birlikte teslim ettiler.

FBI Kübalılara bir ay içinde yanıt vereceklerini söyledi. Kübalılar halen bir cevap bekliyorlar ama FBI belgeleri değerlendirmedi anlamına gelmiyor bu. Değerlendirdiler ve Kübalı Beşler’i tutukladılar. Sonra da Adalet Bakanlığı onları çok ağır suçlar işlemiş olmakla itham etti.

İroni adaletsizliğe eşlik etti. Kübalı Beşler, Amerika’ya geliş sebeplerinin, Küba'ya karşı terörist eylemler planlayan radikal grupların arasına sızmak olduğunu kabul ettiler. Dahası, Kuzey Amerika yasaları insanların, daha büyük bir suçu önlemeleri durumunda, suç işlemelerine izin veriyordu.

"Bu bir öz savunma şekli", diye anlatıyor beşlerden birisi olan Antonio Guerrero'nun avukatı. Dahası Kübalıların avukatları bu savunmayı yargıç Joan Lenard karşısında da yapmıştı ama o jürinin bunu dikkate almamasını istemişti.

Weinglass ve diğer avukatlar yargıcın bu argümanı kabul etmemesinin bir hata olduğunu iddia ederek temyiz mahkemesine başvurdular çünkü onlara göre Kübalı Beşli ABD 'ye saldırı, yaralama ve benzer suçları önlemek için gelmişlerdi.

ABD devleti terörist Luis Posada Carilles ve Orlando Bosch'un "başarıları" hakkında her şeyi biliyordu. İkisi de gazetecilerin önünde terörist faaliyetlerdeki rollerini kabul etmişlerdi. Bu faaliyetlere 1976 yılında -ortak olarak düzenledikleri- Küba uçağına sabotaj da vardı ve bu sabotajda yolculardan ve uçuş personelinden toplam 73 kişi hayatını kaybetmişti. 1998 yılında Posada, bir yıl önce Küba'daki turistik kurumlara sabotajlar düzenlemiş olduğunu kabul etti. Posada'nın sözleşmeli bir işbirlikçisi tarafından gerçekleştirilen bu saldırıda bir İtalyan turist hayatını kaybetmişti.

"Kimseye zarar vermek istemiyorduk" demişti gazetecilere, Larry Rohter ve Anne Bardach'a "sadece bir skandal yaratmak istiyorduk ki turistler Küba'dan uzak dursun. Daha fazla dış müdahale istemiyoruz". Posada, Küba’ya gidebilecek potansiyel turistlerin Küba'nın güvenli olmadığını düşünmesini ve "iç muhalefeti canlandırmak" istediğini de söyledi.
Başarılı da oldu. İtalyan’ın ölümünden sonra Küba’ya daha az turist gitti. Times'tan gazetecilerin yazdığına göre "Posada’nın vicdanı ‘bir bebek gibi rahat uyuyorum’ diyebilecek kadar rahatmış" ve Posada şöyle demiş : "O İtalyan yanlış saatte yanlış bir yerde oturuyordu" (NY Times 13 Haziran 1998).

Kübalı Beşler Amerika'ya tam olarak benzer faaliyetleri engellemek için geldiler, diyor Weinglass. "Kübalıların faaliyetleri haklıydı ve hayat kurtarmak için gerekliydi". Weinglass aynı argümanı, CIA’nin kampuslara gelip öğrencileri devşirmesine karşı, Massachusetts Üniversitesinin bir binasını öğrenci arkadaşlarıyla birlikte işgal eden, Amy Carter'ı, başkanın kızını savunmak için de kullanmıştı. Amy Carter binanın işgalinin bir suç olduğunu kabul ediyordu ama yaptığı şeyin ihtiyaç doktrinine göre gerekli olduğunu iddia ediyordu, çünkü o dönemde CIA Nikaragua’da illegal bir savaşa girişmişti. Yargıçlar Amy ve diğer sanıkların suçsuz olduğuna karar vermişti.

Weinglass iki temyiz yargıcının önünde bu argümanı kullandı. 2005 Ağustosu’nda, bu mahkeme konuyu baştan inceledi ve beşlinin adil bir yargıya tabi tutulmadığına karar verdi. Miami mahkemesinin hatalı olduğuna dair ortada bu kadar çok delil varken, 12 jüri üyesinin tümü, Miami yargıcın kararını tekrar onadı. Mahkeme salonunun penceresinden araçlarının plakasının fotoğraflarını çeken insanlar görüyorlardı. Jüri üyelerinin, Küba Beşlisi’ni suçsuz bulmaları halinde, korkmak için çok sebebi vardı.

Avukatlar Gerardo Hernández'in cinayet işlemek için komplo kurmak suçundan aldığı cezayı da temyize götürdüler. Bu suçlamanın sebebi 1996 Şubat’ında Küba MİG’lerinin Hermanos al Rescate terör örgütüne ait iki uçağı düşürmelerine dayandırılıyor. Hermanos al Rescate örgütünün uçakları Küba hava sahasını işgal etmişti ve defalarca Küba hava sahasına izinsiz girdikleri için uyarılmışlardı. Yargılama sürecinde federal savcı bu suçlamayı destekleyen güçlü bir tek kanıt bile olmadığını kabul etti. Weinglass Gerardo'ya verilen cezanın “egemen bir devletin kendi hava sahasının savunması sırasında yaptığı bir faaliyetten dolayı bir bireyin sorumlu tutulması açısından tarihte benzerinin olmadığına" dikkat çekiyor. Küba kendi hava sahası içinde egemenliğini devam ettirmekte her türlü hakka sahipti. Savcı hiç delil toplamadan jüriye skandal boyutunda açıklamalarda bulundu ve mahkeme yargıcı buna izin verdi. Elinde hiçbir kanıt olmamasına rağmen Küba’nın, adamları ABD'ye saldırılar düzenlemek için yolladığını söyledi. ABD adalet tarihinde ilk kez, federal savcılık bürosu bir yargılamayı bir tek belgeye, somut kanıta bile dayanmadan yaptı.

On binlerce gizli belgeyi Sovyetlere veren FBI özel ajanı Robert Hansen ve CIA ajanı Aldrich Ames’in aksine Kübalı Beşler hiçbir sırrı çalmadılar, buna rağmen onlardan ikisi, gerçek ajanlar gibi, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldılar.

Bir avukatın polise rüşvet verdiği ve zengin bir adamın cinayet suçlaması karşısında masumiyetini para karşılığında satın alabildiği -ki hala devam ediyor bu durum- Amerika adaleti daha mı adildi? Ulusal güvenlik nedeniyle yapılan yanlış suçlamalarla Sacco ve Vanzetti’nin 1920 yılında yargılanmasını hatırlıyor musunuz? Ya da, FBI şefi Edgar Hoover’dan Devlet Başkanı Dwight Eisenhower’a kadar herkesin, onların Sovyetler’e atomik sırları vermediğini bildiği halde, Julius ve Ethel Rosenberg’un idam edilmesini. Devlet, koridorlarında bile adalet bulunmayan "ulusal güvenlik" adaletini işletmişti bir kere.

La Haine’deki İspanyolcasından Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştir.



Devamını oku...

Çok Az Çok Geç - Leyla Anwar

Irak'ta “Ba'ad Harab Al-Basra?!” diye bir halk deyişimiz vardır.
Nasıl tercüme edilebilir bu deyiş? Tam olarak şu anlama gelir: “Basra harap olduktan sonra mı?”

Harab kelimesi Haraab olmak fiilinden gelir, anlamı ise işlev gören bir şeyin yıkılması, onarımı imkansız hale gelmesidir.

Harban sıfatının anlamı; zarar görmüş, yıkılmış, çalışmayan, işlevsizdir.

Tek başına yazıldığında Harraba, bir şeyi kullanılamaz hale getirmek anlamına gelir.

Bu deyim bir şeyleri itiraf eden, özür dileyen ya da büyük hasara yol açan bir yanlışı düzeltmeye çalışanlara yöneltilir.

Irak halkı böylesi durumlarda “Basra yıkıldıktan sonra mı?” deyişini kullanır.

Bu bağlamda eski Beyaz Saray sözcüsü Mc Lellan ve bir CNN muhabiri sonunda Irak üzerine yapılan haberlerin gerçeklikten uzak olduğunu itiraf etmiştir.

Bir başka deyişle, hepsi alçakça yalan söylemiş...

CNN muhabiri devlet imajının zedelenmemesi için bu tarz yanlı yayınlar yapmak “zorunda” olduklarını ekledi.

Af edersiniz, şimdi kendimi daha mı iyi hissetmeliyim?

Beş lanet yıl boyunca, hayır!, 18 yıl boyunca, yalanları satın aldınız ve birdenbire hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını itiraf ettiniz ve benden kendimi iyi hissetmemi mi bekliyorsunuz?

Ne yapmamı bekliyorsunuz? Dürüstlüğünüz için sizi kucaklamaya mı koşayım? Ya da yıkılmış hayatlarımızı ve tıka basa dolu mezarlıklarımızı unutmamı istiyorsunuz belki de!

Ya da belki, bu lanet olası ikiyüzlülüğünüze karşın “güzel, her şeye rağmen bugün Amerika'da iyi insanlar var. Gerçekte suç bizimdi, onlar mecbur kaldılar...” dememi bekliyorsunuzdur.

Aman, ne saçmalık! Saçmalığınız sınır tanımıyor! Bunlar bir yığın onursuz yalandan başka bir şey değil!

Aynı şeyi Vietnam'da da yaptınız. 10 yıl boyunca onca katliam ve vandalizm'den sonra, ellerinize çiçekler ve barış simgeleri alarak sokaklara çıktınız ve “zavallı” Vietnam için ağladınız.

Tepki göstermek için kahrolası 10 yıl beklediniz. Ve sadece cesur çocuklarınız ceset torbaları içinde geri döndüğünde ve onları saymaya yetişemediğiniz noktada büyük şişko kıçlarınızı kaldırdınız.

Bütün bu 10 yıl boyunca, napalm'lerden yanmış çocukların resimleri sizi harekete geçiremedi, hayır kımıldatmadı bile. Çok “cool” olduğunuzu düşünerek Woodstock'larda (toplu eğlencelerde) şarkı söylemekle o kadar meşguldünüz ki, aksine kafası bellenmiş bir grup gerizekalı moron'dan başka bir şey değildiniz, halen de değilsiniz.

Ve bir şeyler mi öğrendiğinizi düşünüyorsunuz? Hiçbir şey öğrenmediniz ve asla öğrenemeyeceksiniz. Siz sadece zor yoldan öğrenirsiniz, kıçınıza tekme yiyince ve insanlar sizin dilinizden konuşunca bir şeyler öğrenirsiniz. Bu da ancak çürümüş kulaklarınızı açıp dinlediğinizde olur.

Halk olarak probleminiz, birçok kez deneyimlediğim gibi, ne insanlıktan ne laftan ne de medeniyetten anlarsınız. Anladığınız tek dil şiddet'tir. Bu yüzden kullanabildiğiniz tek dil de bu!

“İyi bir Müslüman” olarak Peygamberin şu cümlesini takip ediyorum: “İnsanlarla anladıkları dilden konuşun.”

Ve şimdi de gelip bize her şey bir hileydi diyorsunuz. “Ba'ad Harab Al- Basra?!” Ya awlad el Kelp- İt oğlu itler. Ama köpekler sizinle karşılaştırılmayacak kadar soyludurlar. Siz köpek bile değilsiniz. Hayvan olamayacak kadar aşağılıksınız. Aşağı... çok aşağı... Siz pislik ve parazitsiniz. Tanrım, bu fahişe çocuklarının, “ya awlad al sharmoota”, ikiyüzlülüğünden nefret ediyorum.

Binlerce fahişenin çocukları, sizin becerilmiş Mc Lellan'ınız ya da CNN'iniz 3 milyon dul ile evlenecek mi? 5 milyon öksüzü doyuracak mı? 5 milyon mülteciyi evlerine geri döndürecek mi?

Yasadışı kitle imha silahlarınız nedeniyle kanser olan hastalarımızı tedavi edecek misiniz? Y ada bombalarınız nedeniyle insanlardan kopan binlerce uzvu yerine koyabilecekmisiniz? Ya da itiraflarınız 1 milyondan fazla ölüyü diriltecek mi? Ya da 7000 yıllık tarihsel kalıntılarımızı, evlerimizi, binalarımızı, tarlalarımızı, altyapı tesislerimizi, elektiriğimizi, suyumuzu onarabilecek mi? Ya da belki bu kısa ömürlü sahtekarlığınızla suçu üstlenmeniz, şimdi sayenizde bizi yöneten sekter, patolojik, sarıklı pislikleri silahsızlandıracak mı?

Bu yazıyı bitiremeyecek kadar sinirliyim... Bitirecek bir şey de kalmadı... Sizi şerefsizler. Sizden tüm kalbimle nefret ediyorum... Hepinizden!

Kaynaklar:
[1] http://www.politico.com/news/stories/0508/10649.html
[2] http://news.yahoo.com/s/ap/20080529/ap_en_tv/tv_war_coverage

Bu metin www.rebelion.org adresindeki İspanyolcasından Ercan Bayraz & Ozancan Serhan tarafından çevirilmiştir

Devamını oku...

Golan Tepeleri’ne Nükleer Tehdit / Bassel Oudat

27 Kasım 2008 Perşembe

Suriye Dışişleri Bakanlığı, Birleşmiş Milletler’in Filistin topraklarında insan hakları ihlallerini araştıran bir komisyonuna sunduğu
, yıllık, “Golan’da yaşayan Suriye yurttaşlarının sorunları” raporunda, İsrail’i “Golan’a nükleer, radyoaktif, zehirli maddeler gömmek ve halkı ciddi hastalıklarla karşılaşma tehlikesine atmakla” suçladı. Rapor aynı zamanda “işgal altındaki Golan’da yaşayan Suriyeli yerleşimcilerin yaşam standartlarının günden güne kötüye gittiğini” de vurguladı.

Suçlamalar yeni değil, Suriye 2003 yılının Ağustos ayında, Hermon Dağı olarak da bilinen, işgal altındaki Suriye toprakları içinde kalan Jabal El Şeyh’te İsrail ordusuna bağlı özel birliklerin tünel kazdığını iddia etmiş ve bu tünellerin nükleer atık gömmek için kazıldığını söylemişti. O tarihten beri, Suriye sürekli, Hermon Dağı’ndaki bu gizli tünellerin, İsrail’in Dimona reaktöründen taşınan radyoaktif atıkların gömülmesinde kullanıldığını iddia ediyor.

Suriyeli yetkililer, İsrail tarafından gerçekleştirilen bu atık gömme işleminin herhangi bir askeri tehditten daha tehlikeli olduğunu, bütün bir bölgeyi ve çevresini tehlikeye attığını söylüyorlar.

2003 yılı Aralık ayında Suriyeli görgü tanıkları, İsraillilerin Hermon Dağı’nın zirvesi yakınlarında 6 metre çapında ve 100 metre derinliğinde tüneller kazdığını söylemiş ve tünellere asansörler ve yürüyen merdivenlerin de yapıldığını eklemişlerdi.

Suriye yayın organlarının yazdıklarına göre sivil ve resmi giyimli bazı İsrailli askerler tünelleri düzenli olarak denetliyorlar ve kamyonlar, çimentoyla kaplanmış bazı maddeleri tünellere döküyorlar.

Bu iddiaların doğruluğu tartışıladursun, Suriyeli yetkililer, İsrail’in bahsedilen nükleer atık işlemi hakkında daha fazla detaylar ortaya koymaya devam ediyorlar.

Suriyeli kaynaklara göre, İsrail dağın sınırına da nükleer savaş başlıkları depolamak için bir tünel kazdı ve Golan’ı bombalar, yanıcı radyoaktif maddeler ve taktik nükleer tuzaklar gibi çeşitli bubi tuzaklarıyla doldurdu. Bu operasyonları İsrail ordusundan bir birliğin özel olarak yönettiği iddia ediliyor. Yine Suriyeli yetkililere göre, İsrail Hermon Dağı’na nükleer atıklar gömerek, 1967 savaşından beri işgal altında tuttuğu Golan üzerinde Suriye’nin olası bir hak iddia etmesinin de önüne geçmek istiyor.

2004 yılının başlarında da BM’de görevli bir Suriyeli yetkili, İsrail’i, işgal altındaki Golan’a radyoaktif maddeler gömmekle suçlamıştı bunun üzerine Suriye hükümeti, Suriyeli ve Filistinli vatandaşlara İsrail’in Suriye-Filistin sınırı yakınlarına radyoaktif maddeler gömdüğü yönünde uyarılar yollamıştı.

İsrail’in Dimona reaktöründe çatlaklar bulduğunu kabul etmesi ve reaktörün yakınında bulunun vatandaşlarına iyodin hapları* dağıtması üzerine Suriye o dönemde, İsrail’in bölgedeki kuruluşlarının izlenmesi için uluslararası denetleme istemişti.

Knesset’in** Arap üyeliğini de yapmış olan İssam Makhoul, İsrail’in Golan’da sözü edilen nükleer atık gömme işleminin insanlık suçu olduğunu, İsrail’in insan, hayvan ve bitki hayatını tehlikeye attığını söyledi.

İsrail ise bütün bu iddiaları reddederek Golan’da sadece anti-tank siperleri kazdığını iddia ediyor.

İsrail, Golan’ı 1967 yılında işgal etti ve yaklaşık 130 bin insanı bölgeden çıkardı. 130 Suriye köyü ve 112 çiftlik İsrailli işgalciler tarafından yıkıldı ve o günden bu yana İsrail Golan’a 20 bin İsrailli yerleşimci getirdi. Suriyeli kaynaklara göre İsrail Ordusu bölgede 600 askeri nokta kurdu.

Knesset 1981 yılı Aralık ayında Golan’ı topraklarına katan ve orada yaşayanlara İsrail vatandaşlığına geçme hakkı tanıyan bir yasa çıkardı. Bölgenin Suriyeli yerleşimcileri İsrail vatandaşlığına geçmeyi tabii ki kabul etmedi.

İsrailliler Golan’ın İsrail’in güvenliği açısından Suriyelilere iade edilemeyecek kadar önemli olduğunu söylüyorlar. Suriye ise Golan sorunu çözülmeden önce İsrail ile herhangi bir anlaşma imzalanmasının mümkün olmadığını söylüyor.

Sivil nükleer programının yanı sıra, 1958 yılında Fransa’nın desteğiyle başlayan ve o günden bu yana ABD’nin ve Güney Afrika’nın dikkate değer yardımlarını alan Gizli askeri nükleer programıyla İsrail bugün dünyanın 6. büyük nükleer gücü olarak kabul ediliyor.

Uluslararası tahminlere göre İsrail son 30 yılda, sınırlı hedefleri vurabilecek küçük savaş başlıklarından büyük şehirleri yok edebilecek büyük savaş başlıklarına kadar çeşitli ebatlarda 200 kadar nükleer savaş başlığı üretti.

İsrail’in 100 nükleer savaş başlığı daha üretebilecek kadar uranyum ve plütonyuma sahip olduğu tahmin ediliyor. Eriha Füze Sistemi sayesinde İsrail bu başlıkları 1500 km uzaklıktaki hedeflere kadar yollayabiliyor.

İsrail bölgede nükleer silaha sahip olan tek ülke ve nükleer üretimi azaltmaya yönelik anlaşmaları ya da uluslararası denetçilerin tesislerinde denetim yapmasını sürekli reddediyor.

İsrail’in işgal altındaki Golan’a nükleer atık gömdüğüne dair Suriye tarafından verilen bu bilgiler, Suriyenin bölgede İsrail tarafından inşa edilen tünellerin araştırılması için uluslararası kuruluşlara yaptığı yardım talepleri zincirinin en son halkasını oluşturuyor.

Suriye hükümeti aynı zamanda bölgedeki bütün kitle imha silahlarının yasaklanmasını da talep etti. Şam şu anda bölge için tehlikenin, nükleer çatışma olasılıkları kadar nükleer atık gömmekten de kaynaklandığını belirtiyor.


Çevirenin Notları:

* Potasyum İyodin: İnsanların nükleer patlamalarda açığa çıkabilen bir madde olan radyoaktif iyodinin (iyodin 131) neden olduğu tiroid kanserine karşı korunması için potasyum iyodin (KI) kullanımı ve reçetesiz olarak satışı onaylanmış bir ilaçtır.


** Knesset: İsrail Parlamentosu. 120 üyeden oluşuyor ve Knesset’te Arap milletvekilleri de bulunuyor. Bahsi geçen İssam Makhoul 1999–2006 yılları arasında Knesset’te bulunmuş 2006 seçimlerinde ise seçilememişti.

El Ahram’daki İngilizcesinden Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştir.

Devamını oku...

Ziyaretçilerimiz


Profile Visitor Map - Click to view visits